Tolstoy Sanat Nedir? kitabında sanatın Rönesans Dönemi’nde uğradığı kırılmayı tahlil eder ve halkın sanatla irtibatındaki problemleri sanatta dinsel bilincin kayboluşuyla ilişkilendirir. Tolstoy’a göre Batı aydını kilise Hristiyanlığının paradokslarına işaret ederek onu mahkûm etmiştir. Ama bunu yaparken İsa peygamberin tebliğ ettiği gerçek Hristiyanlıkla yüzleşebilme cüretini de gösterememiştir. Bunun sonucunu ise Tolstoy şöyle ifade ediyor:

Avrupalı yüksek sınıflarının kilise Hristiyanlığına inançsızlıklarının sonucu, dinsel bilinçten kaynaklanan yüce duyguları yansıtma amacı taşıyan sanat etkinliğinin yerini, belirli bir gruba en yüksek hazzı verme amacı taşıyan sanat etkinliklerinin alması oldu.[i]

Türkiye için halkın sanatla kurduğu irtibattaki problemler üzerine düşündüğümüzde, problemin sanatçılar bazından tam olarak dinsel bilinç kaybıyla açıklanabileceğini düşünmek meseleyi hafife almak olacaktır. Bu meselenin sadece bir tarafıdır. Fakat önemli olan dini bilinç kaybına uğramadığı ve hatta bunu temsil etme iddiası taşıyanların yaşadığı/yaşattığı algısal kırılmadır. Kitapta Tolstoy bir kilise büyüğünün “İnsanların en büyük felaketleri Tanrı’yı tanımamak değil, onun yerine Tanrı olmayan başka bir şey koymaktır.”[ii] dediğini aktarır ve sanat için de aynı durumun geçerli olduğunu vurgular. Türkiye daha çok bu çizgide görünmektedir; şifahi kaynaklara dayalı ve sözde Hanefi itikadına bağlı ekseriyetin arasından çıkan sanatçılar büyük oranda klasik ezberleri (cebrî kader algısı/gerçek üstü peygamber tasavvuru/yargılayıcı bir Ehli Sünnet asabiyesi vs.) meydanlarda yüksek sesle tekrar etmekten başka bir şey yapmış değillerdir. Militarist Türk modernleşme süreci göz önünde bulundurulduğunda bu yapılanın göz ardı edilemeyecek önemi haiz bir husus olarak görülmesi gerektiğini de belirtmek yerinde olur. Yani siyaseten “halka rağmen halkçılık” sürecini işletenlerin her alanda hüküm sürdüğü koşullarda halkın değerlerine yaslanarak tebarüz eden bir damar ortaya çıkabilmiştir. Bu şartlar alternatifi olmayan ve çok da özeleştiri içermeyen, temsilden ziyade tebliğ ile mükellef olduğu inancını taşıyan sanatçıların halkı siyaseten nesneleştirenlerin karşısındaki konumunu doğrudan temize çıkarmaya yetmiştir. Fakat bu temize çıkarmayla kendini gösteren benimseme durumu belirli dönemleri (60’lı 80’li yılları ve benzeri siyasi krizlerin yoğunlaştığı dönemleri) ve sınırlı bir biçimde etkilemiştir. Sınırlı bir etkilemedir söz konusu olan çünkü bugün o benimsemenin bir istikrar dâhilinde kitleleri aynı çizgide sanatını icra eden sanatçılara kulak kesilmeye götürdüğünü söyleyebilmek mümkün görünmüyor. Hâlbuki bugün de aynı minvâlde yürüyen sanatçıların çoğunluğu sınırları belirsiz/kendi algıları nispetinde eğip bükebildikleri bir “Anadolu irfanı” söylemine yaslanarak yol yürüyorlar. Burada temel sorun şu: Halkın değerlerine göre yahut halkın değerlerine duyarsız kalmayarak sanata eğilecek olan sanatçılar için değer kıstası ne olacak? Tolstoy’un “Sanat Nedir?”de boşlukta bıraktığı alan budur. Tolstoy oldukça isabetli bir şekilde Rönesans Dönemi’ndeki kırılmaya işaret eder. Hatta eleştiri müessesesinin dini bilinç kaybı ve bunun doğal sonucu olarak halkla sanatın bağının koparak yüksek sınıflara hizmet eder hale gelmesinin devamında bugünkü mahiyetini kazandığını söyler.[iii] Fakat Tolstoy nihayetinde “Bir eseri halk anlamıyorsa o eser gerçek sanat eseri değildir.”, “Sanat eseri halkın değerlerini es geçmiyorsa gerçek sanatın bir örneğidir.” gibi önermelerle okuru karşı karşıya bırakır. İçinde bulunduğu koşulların etken unsuru olarak halkın “değer”lerinin ahlâka mugayir hal ve hareketler ortaya çıkaran noktaları üzerinde sanatçının tavrının ne olacağına ilişkin bir önerisi yok gibidir Tolstoy’un. Söz konusu ettiğim önermeler ise halkın zaaf ve imkân taşıyan noktalarıyla bütün birikimini o birikime yabancı olmayan sanatçılar tarafından kontrolsüz bir biçimde istismarına açmaktadır. Birikimi ele alınış biçimleri dolayısıyla netameli bir kavram olan geleneğin yerine ikâme etmeyi tercih ettiğimi belirtmeliyim. Fakat bu bağlamda net olansa şudur: Halk geleneğini “değer”leştirir. Zaafları göz önünde bulundurulmadan değer algısının parçası haline getirilmiş olan geleneklerin gerçek sanatı besleyebilecek unsurlara sahip olduğu iddia edilecek olursa, belirli bir dönem siyaseten maruz kalınan “halka rağmen halkçılık” projesine, halk sanatın imkânları dolayımında maruz bırakılmış olacaktır. Tabi ki “halka rağmen” olma durumunun sanattaki durumu daha farklıdır. Siyasetin araçları mağdur edicidir. Gerçekten halkın yararına dahi olsa önerilenin zorla hayata geçirilmek istenmesi zarar meydana getirir. Sanat ise davet eder. Duygusal, düşünsel bir birliktelik inşâsının imkânlarını yoklar. Bundan dolayı öneri içermeksizin, salt “halkın değerlerini temsil” iddiası içeren yahut halkın değerlerinin nesneleştirilerek sadece faydalanıldığı eserlerin halk için olduğunu iddia etmek esef vericidir. Velev ki bu döngüde kotarılan eserlerin halkla irtibatı tesis edilmiş olsun. Sanatta “halka rağmen” olarak ifade edilebilecek durum öneri içermeyen, halkın değerlerini nesneleştirmekten beri durmayan tavrı karşılamalıdır.

Eleştiri Halka Hizmet Eder mi?

Yukarıda belirttiğimiz üzere Tolstoy eleştiriyi halkla irtibatını koparmış olan sanatın yüksek sınıfların hizmetine sunuluşunun bir aracı olarak değerlendirir. Burada vakıayı genelleştiren bir tavra muhatap oluruz. Hâlbuki kitap boyunca Tolstoy eleştirinin sektörel boyutuna ve değer kaybına uğramış yenilik tellallarının acziyetine işaret ederek kayda değer bir eleştiri örneği sunmaktadır. Bu nokta Tolstoy’un eleştirinin halka hizmet etmiyor olduğuna ilişkin önermesi üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Doğrudur, bugün de eleştiri belirli sınıfların hizmetindedir. Yahut farklı grup mensuplarının yetenekleri nispetinde ortaya koyduklarını teorize ederek aklamaya çalıştıkları bir sürece tekabül eder görünümdedir. Poetik çalışmalara, eleştiriye emek verenlerin daha çok sanatsal hüner sergileme noktasında kısır kişilerce yürütülüyor oluşu da söz konusu görünümü destekler niteliktedir. Kelîle ve Dimne’de geçer:

Âbid bir adam semiz mi semiz bir keçi satın almış, peşinden çeke çeke götürüyormuş. Kapkaççı tayfasından birkaç bitirim de arkadan onu gözlüyormuş. Berikiler keçiyi âbidden almak için aralarından anlaşmışlar. Nihayet biri âbidin karşısına çıkarak demiş ki:

            -Efendi yanındaki köpek neyin nesi?

            Ardından diğer dolandırıcı çıkmış ortaya ve arkadaşına dönerek:

            -Bu bir âbid olamaz! Âbid dediğin peşinden it sürüklemez!

Bir iki kapkaççı daha aralarında anlaştıkları gibi doluşmuşlar âbidin çevresine. Benzeri laflar etmişler ve âbidi inandırmışlar satın aldığı hayvanın köpek olduğuna! Adam kendisinin büyülendiğini, bu yüzden keçi yerine köpek aldığını sanmaya başlamış! Ve elinden bırakıvermiş keçiyi. Kapkaççı tayfası da hemen atılmışlar. Yakalayıp götürmüşler hayvanı.[iv]

Eleştirinin günümüz Türkiye’sinde denk düştüğü durum biraz da bu meseli andırır hüviyettedir. Mahkûm etmeyen tahlil eden, değer ve biçim dayatmayan farklı üslup ve içeriklerdeki öze kulak kesilen bir dikkati içermeyen eleştiri ne nitelikli bir sanatın kökleşmesine ne de bu sanatın halkla irtibatının tesisine hizmet edebilir. Modern siyasanın değer ve meşruiyet tayin eden sürecinin benzerini eleştiri üzerinden halka taşıyan sanatçı ve eleştirmenlerin gerçekleştirdikleri/inşâ ettikleri “öneri içeren” bir dil olamamıştır. Olan değer tayin eden, biçim dayatan bir algının tebarüzü; halkın değerlerine bigâne kalmayanlarca da halkın “değer”leştirdiği bütün bir birikiminin nesneleştirilmesidir. “Öneri içeren” ortalama bir dil öncelikle açık, anlaşılır olmak mecburiyetindedir. Fakat açıklığa, anlaşılabilirliğe hizmet etmesi gereken eleştirinin bugünlerde evvela kendisinin izaha muhtaç metinlerden teşekkül eder durumda olması, eleştiri iddiasıyla kalemi eline alanların modern felsefi birikimi belirli ögeler üzerinden (özerklik, nesnellik, dilin işlevi vb.) Türk sanatına uyarlamaktan ileri gidememeleri ve öykünmeci birer kavram imalâtçılarına dönüşmeleri yarınlarımız adına talihsizliktir. Halk ile irtibatını koparmamış gerçek bir sanat eserinin eleştiri gerektirmeyecek bir doğrudanlığa sahip olacağını düşünen Tolstoy’a insanımızın özelliklerini göz önünde bulundurarak kısmen hak vermek durumunda kalabiliriz. İnsanımızın fıtratı eleştiriye değil, nasihate müsaittir. Nasihat edeniyse ahlâkı bağlar. İnsanımız ahlâken çıkmazda bile olsa konuşanın söz-eylem bütünlüğünü önemser. Dolayısıyla Türkiye’de sanatsal eleştirinin işlerliği, eleştiren öznenin (sanatçıysa) öncelikle sanatının niteliğiyle, (sanatçı değilse) hem siyasi tavrı hem de “din”le/dini müesseselerle irtibatıyla yakından ilişkilidir. Halkın değerlerini nesneleştirerek görünürde bir irtibata meyleden sanatçıların durumunu ise teenni ile hareket edebilen sanatçılar ile halkın selim iradesi tayin edebilir. Bunun için “âbid”lerin “kapkaççı tayfasındaki bitirimlerin” söylencelerine itibar etmeksizin ellerindeki “keçi”lerin öncelikle “keçi” olduğuna, gayret ederlerse yürürlükte olan biçimci yenilikçilerin sanat sektöründe kabul görmeye meyletmeksizin “keçi”lerini “semiz” hale getirebileceklerine inanmalarını ön şart olarak ileri sürebiliriz.

* Arşivden. 2015 tarihli bir yazı.


[i] Tolstoy, Sanat Nedir?, çev. Mazlum Beyhan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s. 77.

[ii] Tolstoy, s. 177

[iii] Tolstoy, s. 132

[iv] Beydeba, Kelîle ve Dimne, çev. Said Aykut, Şule Yayınları, İstanbul, 2013, s. 203.

Yazar Hakkında

27 Aralık 1992’de İzmir’de doğdu. Lise eğitimini (Konya) Özel İsmail Kaya Lisesi’nde, üniversite eğitimini Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. 2014’te Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini İbn Haldun Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Heidegger’de varlık, hakikat ve sanat ilişkisi üzerine yazdığı tezle tamamladı. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Tarihi ve Sistematik Felsefe doktora programında eğitimine devam ediyor. İlk şiir kitabı Kanımız Yerde Kaldı (Ebabil Yayınları) 2018’de, Ölüm Alışkanlığı (Ketebe Yayınları) ise Mart 2022’de yayımlandı.

Yorum yaz