93

Türkiye, evlatlarını “babalık hakkı”nı ileri sürerek konuşamaz hale getiren bir baba gibi. Bu sebepledir ki Türk aydını her şeyden önce bir ventriloquizm (karnından konuşma) mütehassısı olmak durumunda bırakılmıştır. Bu ihtisas gözle görüneni dille inkâr edebilmeyi, dile getirilmiş olana gözünü kapatabilmeyi gerektiriyor. Çokça sözün sarf edildiği fakat tam da konuşulması gereken noktayı taammüden susarak atlamayı huy edindiren bir kalıtsal hastalıktan söz ediyorum, bir baba hastalığından.

94

Karnında konuşacak kıvama getirilmek Türkiye’de bir tür terbiye biçimi. Bu terbiye, bir “kanaat önderi” olarak sözünün işitilmesine imkân veriyor. Konuşulması gereken yer ve zamanda görünmeyen fakat haricinde “ortak değerler” tellallığı yapan bir kanaat önderi olarak konuşuyor, konuşuyor ve konuşuyorsunuz. Böyle olunca, bir sözcü oluyorsunuz, bir örgüt, bir parti, bir cemaat veya bir mahfil sizi tabiri caizse yedirmiyor.

95

Takiyye kavramından hareketle ne çok şey yazıldı ve söylendi. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra. Bilhassa, söylemenin kazandırdığı şeyleri aşkla söyleyenlerce söylendi bunların çoğu. Gözden kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm husus şu: Takiyye kavramı ile muayyen bir örgüt, cemaat veya tarikattan hesap sorulmadı, burada, bu kara mermerin altında tüm Müslümanlar zan altına alınageldi. Bu zan 15 Temmuz sonrasında neşet etmiş olsaydı tedavüldeki zan düşürme siyaseti anlaşılabilirdi. Fakat vakıa öyle değil. Türkiye her zaman, bizatihi kendi elleriyle, çocuklarını bir ventriloquizm bataklığına doğru sürmeyi tercih etti. Böyle olduğu için de göz gözü görmüyor. Sayılı şahsiyet sahiplerini bir kenara bıraktığınızda, duyduğunuz sese “bu ses kimin”, gördüğünüz yüze “bu yüz kimin”, gördüğünüz ele “bu el kimin” diye tekrar ve tekrar bakmamız gerekiyor. Bu, aslında bir “yurttaşlık ödevi”: Kendin olamama ve muhatabını da şahsiyetsiz bir yüz, ses ve el olarak görme.

96

Bağlamdan bağımsız konuşmak mümkün değil. Bağlam ise makro siyasetin müelliflerinin eliyle ve özenle kotarılıyor. Dolayısıyla siz sadece a diyemiyorsunuz. Bağlam sizin a’nızı b gösteriyor. b’yi belirli motiflerle hedef tahtasına da oturttuğu için ben b demedim ve b diyenlerle yolum bir değil diyene kadar linç ediliyorsunuz. Babamın fıkrasıyla izah edeyim: Adamın biri koşuyormuş. Onu gören köylüsü demiş ki “neden kaçıyorsun?” Adam hafif yavaşlayıp nefes nefese “kaymakamın adamları geldi, gördükleri eşeğin derisini yüzüyorlar” cevabını vermiş. “Ee” demiş “sen eşek misin ki kaçıyorsun?” Adam “ben eşek değilim de onlar çok kararlılar, aksini ispat edene kadar canımdan olurum.”

Demem o ki a demeyi ve konuştuğum bağlamı sicili bozuk sicil memurlarının tayin etmesine müsade etmemeyi umursuyorum.

97

Mesele “demokratik haklar” meselesi veyahut “Anayasa” değil. Mesele bir iradenin rıza üretimini daha evvel mağdur ettiği aktörler eliyle gerçekleştirmesi ve bedel ödemeden yapageldiği yanlışları 2024’te tekrar etmesi.

İki temel yanlış görüyorum. Bir tarafta “anayasal kurumlar ve düzen” savunusu yapılırken diğer tarafta hedef gösterilen vekilin kimliği üzerinden yapılanın müdafaasına girişiliyor.

Bir vekilin vekilliğinin düşürülmesine Anayasa Mahkemesi kararıyla karşı çıkmak, mezkûr mahkemeye –61’de seçilmişlerin kanıyla– vücut veren erk, o erkin yazdığı Anayasa’nın yapısı ve hayat verdiği kurumun bugüne kadar sonuçları olan pratikleri ile Türkiye’nin siyasi tarihi düşünüldüğünde anlaşılabilir görünmüyor.

Milletvekilinin kimliğini, partisini ve söylediklerini hedef göstererek yapılanı alkışlayan veyahut sessizce seyredenlerse perde gerisindekilerin inşa ettiği habitusun Türkiye’nin imkan dahilindeki varlığını nasıl kuvvetten düşürdüğünü ya görmüyor ya da görmezden geliyor. Kararı okuyanlar ile kararı okunanları aynı anda araçsallaştıran irade Türkiye’nin iyiliğini önceleyen bir irade değil.

98

İlkokulda bir arkadaş vardı, Selman. Bela mı bela, ağzından küfürsüz cümle çıkmayan bir tip. Kendisinden belirli aralıklarla dayak yiyen ve varlığından hep tedirginlik duyarak yaşayan bir arkadaşımla yürürken bir gün Selman’ın sınıftan arkadaşımız olan Abidin’i dövdüğünü gördük. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı çünkü o güne kadar sadece çizgi filmlerde gördüğüm türden bir sahneye şahit oldum. Selman öyle bir tekme savurdu ki Abidin’in ayakları yerden kesildi, ivmelenerek yükseldi ve geriye doğru savruldu. Müdahale edene kadar olan olmuştu. Sonrasında Selman’dan geçmişte defaaten dayak yiyen arkadaşımın Abidin’den de bir sebeple nefret ettiğini öğrendim. Keyiflenmişti. Abidin’in yediği görkemli dayak diline dolanmış ballandıra ballandıra önüne gelene anlatıyordu. Hayret etmiştim. Aradan bir süre daha geçtikten sonra arkadaşım Selman’dan tekrar dayak yeyince Abidin’le olan problemlerinin Selman’la olan problemlerine nazaran çok daha önemsiz olduğunu kavrayıvermişti. Sonrasında benden çok Abidin’le gezerken gördüm onu. “Sıra savma sevinci” ile söz almak ve alkış tutmak en büyük zararı kişinin kendisine veriyor.

Yazar Hakkında

27 Aralık 1992’de İzmir’de doğdu. Lise eğitimini (Konya) Özel İsmail Kaya Lisesi’nde, üniversite eğitimini Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. 2014’te Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini İbn Haldun Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Heidegger’de varlık, hakikat ve sanat ilişkisi üzerine yazdığı tezle tamamladı. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Tarihi ve Sistematik Felsefe doktora programında eğitimine devam ediyor. İlk şiir kitabı Kanımız Yerde Kaldı (Ebabil Yayınları) 2018’de, Ölüm Alışkanlığı (Ketebe Yayınları) ise Mart 2022’de yayımlandı.

2 yorum

  1. Pingback: Not Defteri [99]

  2. Pingback: Not Defteri [100-107]

Yorum yaz