“Mükemmel bir liyakat üzerine kurulu bir toplum muhtemelen eşitsiz olurdu.”[1]


Bireylerin temel eşitliğini savunan demokratik toplumlarda, fırsat eşitliği, herkesin kendi liyakatini sınama özgürlüğüne sahip olması gerçeğine dayanır. Dolayısıyla, her bireyin liyakatine, emeğine, erdemine ve özgürlüğüne dayanan eşitsizlikler üretmenin tek yolu olduğu apaçık ortadayken, fırsat eşitliğinin göz ardı edilmesini beklemek mümkün değildir. Fırsat eşitliği ve onun âdeta bir kardeşi gibi işleyen liyakat, eşitsiz toplumsal konumlarda var olurken, eşit olduğumuz bir toplumda kabul edilebilir tek adalet biçimini teşkil eder.

Mesele açıktır: Toplumumuz formel anlamda “aristokratik” bir yapıya sahip olmasa da politik bağlantılar ya da miras yoluyla ayrıcalıklı konumlara ulaşan kesimlerin varlığı yadsınamaz bir gerçektir. Bununla birlikte, kira gelirleri, miraslar ve diğer toplumsal ayrıcalıkların yeniden üretimi, yoksulluğun ve dışlanmanın sürekliliğini pekiştirmektedir. Bu süreç, kadınların, azınlıkların, göçmen çocuklarının ve engellilerin toplumsal hayata eşit katılımını engelleyen ayrımcılık biçimlerinin kalıcılığını da gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla, bu koşullar altında fırsat eşitliğini sağlamak, yalnızca hukuki bir ideal değil, aynı zamanda daha yoğun ve sürekli bir toplumsal mücadeleyi gerektiren yapısal bir zorunluluktur.

Örneğin, John Rawls’ın adalet teorisi çerçevesinde, fırsat eşitliği yalnızca liyakat temelli rekabeti değil, aynı zamanda en dezavantajlı konumdaki bireylerin lehine toplumsal düzenlemelerin yapılmasını öngörür. Böylece, yalnızca kazanların liyakatini meşrulaştırmak yerine, yoksul ve dışlanmış kesimlerin de toplumsal yarışta hak ettikleri konuma ulaşabilmeleri sağlanır; bu da fırsat eşitliğinin adalet ufkumuzla uyumlu şekilde uygulanabileceğine dair somut bir örnek oluşturur.

Ancak fırsat eşitliğinin önemi, adaletin bu temel ilkesinin beraberinde getirdiği zorlukları ve sınırlılıkları görmezden gelmemizi gerektirmez. Öncelikli soru şudur: Doğum koşullarının ve toplumsal eşitsizliklerin bireysel liyakat üzerindeki etkilerini nötrleştirerek “saf” bir fırsat eşitliğini gerçekten inşa edebilir miyiz? Bu idealin peşinden gitmek elbette gereklidir; ancak bizi temkinli olmaya sevk eden olgu, Fransa ve diğer ülkelerde yapılan sosyolojik araştırmaların, ne eğitim sisteminin ne de işgücü piyasasının toplumsal eşitsizliklerin etkilerini ortadan kaldırmada başarılı olamadığını göstermesidir. Dolayısıyla, geleceğe dair acı bir tabloyla hazırlıksız yakalanmamak için bütünüyle saf bir iyimserlikten kaçınmak daha gerçekçi görünmektedir. Nitekim kitle eğitimi deneyimleri de bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye’de Fransa örneğinde olduğu gibi benzer bir tablonun bulunmadığını iddia etmek ise, ya sosyal bilimler alanındaki araştırma yelpazesinin darlığına ya da bu konunun henüz yeterince önemsenmemiş olmasına işaret etmektedir. Bu kısa eleştirinin ardından konumuza geri dönebiliriz.

Eşit fırsat, ne kadar tartışmasız olursa olsun, eşitlikçi bir toplum yaratmayı değil; herkesin eşit olmayan pozisyonlar için eşit şekilde rekabet edebileceği bir toplumu öngörür. Bu bağlamda, fırsat eşitliği uzun süredir, toplumsal pozisyonlar arasındaki eşitsizlikleri azaltmayı amaçlayan sol ideallere karşı çıkan sağcı bir tema olmuştur. Niteliklere, işlere, gelire, nüfuza, prestije vb. erişimdeki farklılıkların salt fırsat eşitliğinden, mutlak liyakatten ve bireysel performanstan kaynaklandığını varsayalım: Tüm bu malların dağıtımı gerçekten adil olur muydu? Eşit fırsat kazananların tüm kaynaklara sahip olması ve diğerlerinin yalnızca daha az liyakat sahibi oldukları gerekçesiyle hiçbir kaynağa erişememesi adil olur muydu? Tamamen adil bir fırsat eşitliği üzerine kurulu bir toplum, aynı zamanda tamamen eşitsiz de olabilir.

Başka bir deyişle, fırsat eşitliği ilkesi, ancak onu toplumsal eşitsizliklerin kabul edilebilir olduğu bir bağlama yerleştirirsek kabul edilebilir olur. Aksi hâlde, fırsat eşitliği, kazananların başarılarını liyakatleri adına meşrulaştıran bir ideolojiden ibaret olur. Ekonomik ve eğitimsel rekabetlerden doğan elitlerin gururu, fırsat eşitliğinin hem bir adalet biçimi hem de daha büyük eşitsizlikleri meşrulaştırmanın aracı olabileceğini açıkça gösterir. O andan itibaren eşitlik kendi aleyhine döner.

Örneğin, Menderes dönemiyle yoğun biçimde başlayan tarımda makineleşme süreci, belirli bölgelerde yoğunlaşmış, ancak ülkenin tamamına yayılamamıştır. Bu durum, bazı bölgelerde işçi istihdamının artmasına yol açarken, diğer bölgelerde yaşayanların daha yoksul kalmasına ve iş imkanlarının daralmasına neden olmuştur. El emeğinin yerini makineleşmeye bırakmasıyla birlikte, işveren ve işçi arasındaki sınıfsal ayrışma da kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu basit örnek dahi, coğrafi farklılıkların ve fırsat eşitsizliklerinin toplumsal sonuçlarını ortaya koymaktadır. Yoksul kalan kesimleri suçlamak, onları kaderine terk etmek ya da dönemin koşullarına göre “başarısız” ve “alt sınıf” olarak damgalamak, sadece bireyleri değil, onların çocuklarını da etkilemiş; böylece dezavantajlı gruplar kuşaklar boyunca sınıf atlama mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Erken yaşlardan itibaren çeşitli imkânlarla donatılan ve sosyal-kültürel sermayesi sürekli güçlendirilen görece avantajlı ailelerin çocukları ile temel ihtiyaçlarını karşılamakta dahi güçlük çeken ailelerin çocukları arasındaki farklılık, yapısal eşitsizlikleri görünür kılmaktadır. Bu bağlamda, söz konusu sosyal ve ekonomik yetersizliklerden dolayı dezavantajlı kesimlerin çocuklarını sorumlu tutmak ne kadar adil olabilir?

Bu durumda: Yenilenlerin vay haline! Fırsat eşitliği, yenilenleri kendi başarısızlıklarının sorumlusu kıldığından, kaderleri daha da acımasız olabilir. Her birey, sunulan fırsatları değerlendirmek ve başarıya ulaşmak için eşit şansa sahipken liyakatinin farkına varamayanlar yalnızca kendilerini suçlayabilir. Ne kadere ne de kapitalizme sığınabilirler; en güvencesiz ve düşük ücretli işlere mahkûm edilmelerinin nedeni doğuştan gelen şartlar değil, liyakat eksikliğidir. Başarısız öğrencilerin, diğerlerinden daha az liyakat, cesaret, yetenek ve zekâya sahip olduklarına inandıkları için okula karşı geliştirdikleri öfke, bu senaryoyu kurgusal olmaktan çıkarır. Yenilgilerini kabullenmek zorunda kalan öğrenciler, aşağılanmanın ağırlığı altında ya oyunu bırakır ya da oyunu oynamayı terk eder.

Fırsat eşitliği, liyakatin onaylanmasını zorunlu kıldığından, liyakatin gerçekten var olup olmadığı sorusu gündeme gelir. Nesnel performansı mı, çabayı mı ödüllendirmeliyiz? Fırsat eşitliğine ulaşmadaki başarılarımızın ve başarısızlıklarımızın, genlerimizden, şanstan veya bizi var eden sayısız ilişki ve tarihsel süreçten ziyade özgürlüğümüzün sonucu olduğundan emin olabilir miyiz? Nihayetinde, zafer ya da başarısızlıkları hak ediyorsak, bunları getiren erdemleri ve engelleri de hak etmediğimiz ortaya çıkar.

Bütün bu eleştirilere rağmen, fırsat eşitliğinin adalet ufkumuzu oluşturduğu ve adil eşitsizlikler inşa etmenin mümkün olduğunu hayal etme gücünü yitirmememiz gerektiği gerçeği değişmez. Bir öğretmen, öğrencilerinin performansını etkileyen toplumsal eşitsizliklerden öfkelenebilir; ancak ödevlerini değerlendirirken fırsat eşitliğine inanmak zorunludur. Piyasa dünyasında da aynı inanç geçerlidir: Risk alma, sorumluluk ve sıkı çalışma ödüllendirilmelidir, çünkü bunlar bireyin liyakatini ölçer.

Eşit fırsat ve liyakate daha çok inanırız çünkü bu adalet biçiminin etkili olduğunu düşünürüz: Elitler mümkün olan en iyisidir; herkes hak ettiği yerde bulunur, herkesin verimli olmaya ilgisi vardır ve bu, kolektif verimliliğe ve “ulusların zenginliğine” katkı sağlar.

Ancak, eşit fırsat, sapkınlaşmadığı ve bir ayin hâline gelmediği sürece, diğer adalet ilkeleriyle birlikte uygulanmalıdır. Fırsat eşitliği mücadelesi, toplumsal eşitsizlikleri, konum ve kaynak farklılıklarını azaltmayı göz ardı edemez. Bu yaklaşım, yalnızca fırsat eşitliği ufkuna yaklaşmanın yolu olmakla kalmaz, aynı zamanda eşitlikçi rekabette başarısız olanlara güvence ve temel toplumsal eşitlik sağlar.

Başka bir deyişle, fırsat eşitliğinin yol açtığı tahammül edilebilir eşitsizlikleri tanımlamalı ve liyakatine bakmaksızın herkese sunulması gereken mal, onur, özerklik, sağlık ve eğitim gibi değerleri belirlemeliyiz. Sol, projesini tamamen fırsat eşitliğine bağlayamaz; çünkü bazı bireylerin düşük ücret, kötü barınma ve sınırlı eğitim alması adil olsa bile, aşırı düşük şartlar kabul edilemez. Bu nedenle, fırsat eşitliği ve liyakat sisteminin eşitsiz sonuçları ciddi şekilde sınırlandırılmalıdır.

Eşit fırsat, eşitsiz toplumsal konumlardaki bireylerin adil dağılımının temel taşı olmaya devam ederken, toplumsal yaşamı sürekli rekabete dönüştürme riski taşır. Okul sistemi, herkesin en iyi kurumları, dersleri ve eğitimi arayışıyla evrilir; bu, en zayıfları dışlamak ve kültürü seçici verimliliğe indirgemek anlamına gelse bile geçerlidir. Adil ve yaşanabilir bir toplum, bu tür kalıcı rekabete indirgenemez. Adalet, yalnızca konum eşitsizliklerini azaltmakla kalmaz; herkesin kendisine iyi görünen hayatı kurmasına da olanak sağlar. Dolayısıyla iş, konut, şehir yaşamı, eğitim ve ilişkilerin medeniyeti gibi “eski” temalar, daha adil bir toplumun inşasına katkıda bulunur.

Fırsat eşitliği için daha çok çabalamalıyız; çünkü ondan hâlâ uzağız. Ancak bu sloganın, tüm adalet anlayışımızı yerle bir edebileceğini ve sol ile sağın ortak inançlarını tartışmaya açabileceğini de unutmamalıyız. Ayrıca, böylesine iddialı bir ufkun, kendi zayıflıklarını görmezden gelip telafi etmekte zorlanacağımız hayal kırıklıkları yaratabileceğinden endişelenmeliyiz. Fırsat eşitliği adil olsa bile, kaybedenlerin olması kaçınılmazdır; toplumsal adalet ise başarısızlıkların adil olmasını sağlamaktan ziyade, bireyin kendini bu eşitsizlikler karşısında konumlandırmasıyla ilgilidir.


[1] François Dubet, 2008.

Yazar Hakkında

1992’de Tatvan’da doğdu. Lise eğitimini Erciş Anadolu Öğretmen Lisesi’nde, lisans eğitimini Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde tamamladı. Bu yıllarda editörlüğünü yaptığı edebiyat dergisinde şiir ve öyküleri yayınlandı. 2015’te Özel Eğitim Bölümü’nden mezun oldu. Şubat 2020’de Bursa Uludağ Üniversitesi’nde Din Sosyolojisi alanında yüksek lisansını tamamladı. 2015’ten beri MEB’de Özel Eğitim Öğretmeni olarak çalışmaktadır.

Yorum yaz