Domates Devleti, adını sadece domateslerinden almaz. Asıl olarak, domatesin kendisinin bir tür ideolojik aygıta dönüştüğü bir toplumsal düzenin kod adıdır. Herkesin tanıdığı, yediği, övdüğü ama neredeyse kimsenin doğrudan kendi bahçesinde yetiştirmediği bu meyve, dolgun ama içi boş, kırmızı ama kökünden kopuk, doğal görünse de hibrittir. Onun da “yerli” ve “milli” olup olmadığı tartışmalıdır ve bu domates, Domates Devleti’nin kültürel ve siyasal sahasında daima merkezde durur. Bu yazıda, sınıf mücadelesi ve mekân ilişkisi çerçevesinde Domates Devleti’nin politikalarını, özellikle de “toplumsallaştırılmış” mekân üretimini ele alacağız.
Hibrit Kamusal Alanlar ve İdeolojik Peyzaj
Domates Devleti, kamusal alanı uzun süredir doğrudan kontrol altında tutmaktadır. Tıpkı meyvesini halkın sofrasına koyduğu ama tohumunu denetimde tuttuğu domates gibi, kamusal alan da halk için vardır ama halk tarafından üretilmez. Şehirlerin merkezine inşa edilen geniş yeşil alanlar, içlerinde banklar, koşu yolları, yapay göletler ve birer “büyük domates heykeli” barındırır. Bu alanlar, görünüşte kolektif yaşamın mekânsal karşılığı gibi sunulur. Ancak gerçekte bu türden yapılar sınıf tahakkümünün mekân üstünden sürdürüldüğü, sterilize edilmiş denetim alanlarıdır.
Peyzaj mimarisi ile siyasi iktidar arasındaki bu yakın ilişki, Domates Devleti’nin özgünlüğü değil, aksine onun tarihsel olarak burjuva devletlerle benzerliğidir. 19. yüzyıl Londrası’nda burjuvazi halk için “nefes alınacak alanlar” yaratırken, aslında onları izole etmeye, uyumlaştırmaya ve denetim altında tutmaya çalışıyordu. Domates Devleti’nde ise bu işlev, “milletin domatesi gibi alanlar” üzerinden gerçekleşmektedir. Halkın doğayla kurduğu ilişki, artık pazar tezgâhlarında alınan kokusuz domatesler kadar sahte ve işlemseldir.
Domatesin Politik Ekolojisi: Tohumdan Tefekküre
Domates, burada yalnızca bir gıda maddesi değil; bir simgedir. Tohumlarının yerli olmadığı, hatta bazı türlerinin kısırlaştırıldığı bilinir. Bu, doğrudan doğruya egemen siyasal yapının ideolojik mühendisliğiyle koşuttur. Eğitim sistemi, medya dili ve kamusal törenlerde dile getirilen “özgün kimlik” vurgusu da bu hibrit tohum gibi dışsal, ithal ve tekrarlanabilir bir karakter taşır. Domatesin içinde tohumsuzluk, aslında kamusal tahayyülün de kısırlığıdır.

Kamusal alanı bir tür ideolojik sera haline getiren bu yaklaşım, toplumsal dönüşümün önündeki en büyük engellerden biridir.
Domates Devleti’nin egemenleri, halkın “doğallık” arzusunu tanır ama bunu sahte ürünlerle doyurur. Tıpkı hibrit tohumların yüksek verimi ama düşük direnci gibi, bu devletin ideolojik ürünleri de yaygın ama yüzeyseldir. Kamusal alanlar işte bu yapaylık içinde şekillenir. Kentin kıyısında kalan gerçek yaşam alanları –çöküntü bölgeleri, gecekondu mahalleleri, fabrika çevreleri– sessizce unutulurken, merkeze alınan bu “kırmızı ama ruhsuz” bahçeler üzerinden birlik, dirlik ve aidiyet söylemi inşa edilir.
Mekânın Sınıfsal İzleri
Domates Devleti’nde işçi sınıfı, yaşadığı alanlarla birlikte şekillenir ve burjuvazi bu alanları bilinçli biçimde kötüleştirerek sınıfsal farkı pekiştirir. Burada emekçilerin yaşadığı alanlara yapılan müdahaleler, onları “temizlemek” ve “iyileştirmek” adına yapılır; fakat bu projeler aslında yerinden etmenin, kimliksizleştirmenin ve iz bırakmadan silmenin örtük yollarıdır.
İşçi sınıfı, öldürülmez; süründürülür. Başlarında göbeği burnunda adamların, ağız dolusu antrikot kokusuyla mayalanmış buyrukları altında ezilirler. Domates Devleti’nin her türlü imkanından faydalanan derviş görünümlü soytarıların iş bilmezlikleri yüzünden çocuklarına kıyafet alamayan babaların eşleriyle araları artık mahcup bir bakıştan acı bir ayrılığa evrilir. İşçi olmak, aile olmayı öncelemez. Öncelik bahçıvan olmaktır. O yüzden işçiye ne bir bahçe bırakılır ne de yiyeceği bir domates. O, sadece bir bahçıvandır.
Domates Devleti’nin “kamusal bahçeleri”, bu anlamda birer “sosyal domates serası” gibidir. İçlerinde herkese yer varmış gibi görünür, ama gerçekte herkesin hareketleri, sözleri, bedensel varlığı denetlenir. Bu türden kamusal alanlar sadece sınıf farkını değil, sınıfın görünmezliğini de üretir. “Halk burada mı?” sorusuna verilen cevap daima “evet”tir; çünkü halk vardır ama hep temsil edilir, kendi sesiyle değil. Tıpkı genetiği değiştirilmiş bir domatesin domates gibi görünmesi ama domates gibi kokmaması gibi.
Ulusal Birlik mi, Endüstriyel Simülasyon mu?
Egemen güç, bu yeni kamusal alanları “birlik ve beraberlik” mekânları olarak sunar. Ancak bu birlik, halkın müşterek eylemiyle değil; tektipleştirilmiş bir estetik ve simgesellik yoluyla kurulur. Kamusal alan, “bir milletin doğaya dönüşü” gibi yüceltilir ama aslında doğa da kamusal da burada bir simülasyondur. Bu bahçelerde domates yetişmez; çünkü toprak steril, bitki plastik, gölge geometrik ve sessizlik yapaydır. Halkın kendi mekânını yaratması gerekirken, Domates Devleti’nde halk ancak hazırlanmış sahnelerde “görünür” olabilir.
Bu bağlamda, gerçek kamusallık, yalnızca ortak mülkiyetle değil, ortak eylemle mümkündür. Domates Devleti’nde ise bu eylemlilik, yerini temsile bırakmıştır: Liyakatsizlerin temsiliyeti! Belgeler mühürlü ve imzalıdır, yani spekülasyon hâlâ arsa üzerindedir. İnanca müteallik bir şeydir, devlete inanmak.
Tohumdan Kamusal Hafızaya
Domates Devleti’nin mekânsal politikaları, yalnızca estetik tercihler değil; sınıf iktidarının mekân üzerinden kurulmuş ifadeleridir. Burada ideoloji tek ayaklı hokkabaz gibidir; insanlar hokkabazın tek ayaklı olduğuna dikkat kesilirken maharetsiz elleriyle değiştirdiklerini görmez. Burada esasında bir yutturmaca olsa da dramatize edilmiş bir oyunculuk da vardır. Artık doğallık karikatürize edilmiştir. Yapay domates, nasıl ki doğallığın bir karikatürü ise; bu kamusal alanlar da sahici dayanışmanın, mücadelenin ve ortak yaşamın karikatürüdür.
Gerçek tohum, toprağa düşünce yeniden üretir. Ama hibrit tohum gibi, yapay ideolojiler de kendi varlıklarını sürdürmek için hep dışsal bir merkeze bağlı kalmak zorundadır. Domates Devleti, halkına kendi tohumunu değil; kendi domatesini vermeyi seçmiştir. Kamusal alanı bir tür ideolojik sera haline getiren bu yaklaşım, toplumsal dönüşümün önündeki en büyük engellerden biridir.
Kamusal alan, halkın sadece yürüdüğü değil, aynı zamanda düşündüğü, tartıştığı ve yeniden biçimlendirdiği bir yer haline gelmeden; bu devletin domatesi de halkı da hep “görünür ama köksüz” kalacaktır.