“Savaş, deprem, fırtına, yangın, kıtlık, salgın hastalık…
Yıllar geçtikçe felaketlerden başka bir şey olduğu yok. …
O kadar çok insanın acımasızca öldürülüşüne şahit oldum ama bu öyküdeki gibi korkuncunu hiç duymamıştım. Evet, çok korkunç. Bu sefer insanlığa olan inancımı galiba kaybedeceğim.”
Rashomon, Akira Kurosawa, 1950
Kale kapısı anlamına gelen Rashomon, dünyaca ünlü Japon yönetmen Akira Kurosawa tarafından çekilmiştir (1950). Film, 1951 Venedik Film festivalinde Altın Aslan ödülünü alırken; aynı festivalde Kurosawa’ya ayrıca İtalyan Film Eleştirmenleri Ödülü de verilmiştir. BAFTA’da “En İyi Film” ve Oscar’da “En İyi Sanat Yönetimi ve Dekor” dalında aday gösterilmiş, 1952 yılında da Sinema Sanatları ve Bilim Akademisi’nin onursal ödülünü almıştır.
13. yüzyılda geçen film aslında I. Dünya Harbi’nden yenik ve yorgun düşen dönemin Japonya’sına gönderme yapar. Film, bir kale kapısına sağanaktan dolayı sığınan bir rahip, bir oduncu ve daha sonra yanlarına gelen bir köylü diyaloglarıyla başlar. Oduncu ve rahip üzgün ve düşüncelidir. Rahip, savaşlardan, felaketlerden ve haydut saldırılarından şikâyet eder ve tanık olarak dinlediği olayın hepsinden daha kötü olduğunu söyler.
Bunun üzerine köylü, olayın iç yüzünü merak eder ve oduncudan olayı öğrenmek ister. Oduncu olayı anlatmaya başlar. Oduncu, ormanda odun kesmeye giderken ağaçların arasında bir ceset gördüğünü söyler. Daha sonra öldürülen kişi için kurulan mahkemede tanıkların anlattıklarını anlatmaya başlar. Mahkemede tanıklık yapan herkesin ortak ifadesinde; bir samuray, karısıyla birlikte ormandan geçerken civarın meşhur haydudu Tajomaru isimli haydudun saldırısına uğramıştır. Haydut, samurayı kandırarak alt eder ve karısına kocasının önünde tecavüz eder. Haydut daha sonra samurayı da öldürür. Samurayın karısı da şehre kaçar.
Olaya tanıklık eden üç kişi (samurayın ruhu, Tajomaru, samurayın karısı), olayları kendi lehlerinde anlatırlar. Olayın genel kurgusunda aynı tanıklığa başvuran tanıklar, olayı detaylandırdıklarında bariz ayrımlara değinirler. Tajomaru, büyük bir kahramanlıkla samurayı alt ettiğini ve ellerini bağladıktan sonra samurayın karısına tecavüz ettiğini anlatır. Daha sonra samurayın ellerini çözerek onunla kılıç kılıca dövüşüp onu öldürdüğünü söyler. Samurayın karısı ise haydudun kocasını esir aldıktan sonra, iffetini korumak için büyük mücadele verdiğini ancak kocasının kendisini korumakta aciz olduğunu hatta kendisini haydudun merhametine bıraktığını söyler. Bir medyum tarafından konuşturulan samurayın ruhu ise; karısını korumak için elinden geleni yaptığını ancak karısının haydutla iş birliği yapıp kendisini öldürttüğünü anlatır. Mahkemede oduncu, aslında tanık olduklarını yaptığı işi örtecek şekilde anlatır. Çünkü bütün olayı baştan sona kadar izleyen oduncu, olayın sonunda kaybolan hançeri çalmıştır.
Ünlü yönetmen, şehrin girişindeki kale kapısında flashback ile olayı senkronize ederek çift katmanlı bir anlatıma başvurur. Her tanık kendi lehine verir. Ancak en son oduncu her şeye tanık olduğunu kale kapısındakilere itiraf eder. Ve böylece olayda anlatıların gerçekle pek örtüşmediği ortaya çıkar. Aslında samurayın cesaretsiz, kadının iffetsiz, haydudun korkak ve savaşmayı beceremeyen zavallı biri olduğu, oduncunun da hırsız olduğu ortaya çıkar. Oduncunun anlattıklarından sonra rahip, insanlığa olan inancını yitirdiğini bir kez daha yeniler. Bu sırada kale kapısında işitilen bir bebek sesi, tüm tartışmaları keser. Kale kapısına bir bebek bırakılmıştır. Köylü bebeğin üzerindeki eşyaları alırken, rahip bebeği kucağına alır. Oduncu ise bebeği sahipleneceğini, evlatlık edineceğini ifade eder. Bunun üzerine daha önce oduncuyu hırsız, ahlaksız olarak suçlayan rahip, oduncunun bu davranışıyla yumuşar. Hala insanlığa karşı umut besleyebileceğini söyler.

Buradan yola çıkarak Kurosawa’nın filmde “toplumsal koşullar ahlaksızlığın sebebidir” önermesini aynı şekilde toplumsal koşulların ortak bir ahlak ve vicdan anlayışını geliştirdiği sonucunu da çıkartabiliriz.
Yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız hikâye bize ne demek istemektedir? Kurosawa, bu katmanlı anlatımıyla ve kadrajıyla bize ne söylemektedir? Öncelikle yoğun sağanak altında kadrajını açan Kurosawa, derin düşünme ve üzüntü halindeki insanların sitemlerini daha önce de zikrettiğimiz gibi Japonların I. Dünya Harbi sonrası tükenmişliklerine gönderme yaptığını söyleyebiliriz. Olayın tanıklar tarafından anlatımı başladıktan sonra film, flashback ile olayın geçtiği ormana çevrilir. Ormanın içindeki sahnelerde Kurosawa kamerasını güneşe çevirir. Bu durum sinema tarihinde ilktir. Ağaçların arasından görebildiğimiz güneş sahnesiyle Kurosawa bize filmin mottosunu verir: Hakikatin kaynağına çıplak gözle bakamazsınız. Hakikati güneş gibi dalların, yaprakların arasından yansıdığı kadarıyla görebilirsin.
Olayların tanıkların ifadeleriyle farklılaşmasıyla aslında gerçeğin insanın bencilliğiyle ya da insanın kendi faydası uğruna nasıl çarpıtıldığını görüyoruz. Özellikle hayata karşı iyi niyet beslemek isteyen rahibin olay hakkında en az bilgiye sahip olması da ilginçtir. Zannımca Kurosawa, rahibin tüm olaya şahit etmek istememesi; onun da diğer tanıklar gibi gördüklerini çarpıtma ihtimalini ortadan kaldırmak istemesidir. Çünkü sosyalist-sol bir çizgiden gelen Kurosawa hem bu düşüncesinde hem de filmin sonunda ağlayan bebeği evlatlık edinmek isteyen oduncu (yaptığı ahlaksızlığa rağmen) için iyimserdir. İnsan özünde iyidir önemli olan da iyi olan özü ortaya çıkarmaktır. Bazen insan iyi yönünü ortaya çıkarmakta zorlanır. Çünkü onun düşüncesinde oduncunun hırsızlığı nihayetinde sosyal koşulların bir sonucudur. Burada oduncu sadece bir fail değil aynı zamanda mağdurdur. Ahlaki olan ya da ahlaksızlık sosyal şartlar sağlandığı ölçüde mümkün olabilir. Bu esasında insan ve toplum kavramları üzerine yeni bir tartışma konusudur. Bundan dolayı bu mevzuyu daha fazla tartışmaya açmıyorum.
Olaylarda dikkat çeken bir başka nokta ise insanın yalan söyleme edimi üzerinedir. Bir insan sadece başka insanları mı kandırabilir? Rahatlıkla yalan söyleyen biri, bir süre sonra söylediklerine inanabileceği gerçeklikler uydurmaya başlar. Yönetmen filmde, özellikle oduncu üzerinden bu konuyu da irdelediğini düşünüyorum. Nitekim gerçeğin kimse tarafından söylenmediği filmde, herkes inanmak istediği ya da öyle olmasını arzuladığı gerçeği yaratma peşindedir. Halbuki bunu söyleyenler olaya bizzat tanık olanlardır. Bu noktada insanın, kendisi hakkındaki iddiası da bu konuyu özetler niteliktedir: İnsanın kendisini nasıl bildiği, başkalarının nasıl bildiği ve gerçekte nasıl olduğu. Bu üç pencere bir insanın kendisiyle, çevresiyle ve hakikatle olan bağıyla doğrudan ilintilidir. Filmdeki olayların anlatımı da aşağı yukarı bu seyirdedir. Tajomaru (haydut) mahkemedeki ifadesinde, haydutlukla övünerek, nasıl cenk ettiğini, bir samurayı alt ederek samurayın karısına nasıl sahip olduğunu ve kahramanca dövüşerek samurayı nasıl öldürdüğünü böbürlenerek anlatır. Tajomaru’nun inanılmasını istediği hakikat budur. Yani insan önce kendisine yalan söyler ve buna inandığı kadarıyla başkalarını da inandırır. İmgelerini sanatsal bir beceriyle sahneye taşıyan Kurosawa, filmin bu ana idesine karşı kadrajıyla cevap verir, yani sırtını hakikate çevirmez; kadrajı güneşe çevirir.
Filmde oduncunun başta yalan söylemesi ve ardından olanları itiraf etmesi de dikkate değerdir. Çünkü genelde insanların bir ayıbını ya da suçunu itiraf etmesi pek kolay değildir. İtirafta bulunacak kişi alacağı tepki ya da ceza ihtimaline karşı yalan söylemeyi sürdürmeyi tercih edebilir. Bu daha zahmetsiz bir şeydir. Ancak zihinsel anlamda daha ağırdır. İtiraf kişinin zihnini bir ölçüde hafifletir. Nitekim oduncu filmin sonunda olanları itiraf etmek durumunda kalınca, zannımca kimsesiz bebeği evlatlık edinerek, işlediği suçun kefaretini öder.
Kurosawa filmde bir mahkeme kurar, yalnız tanıkları sorgulayanlar görünmez. Bunun yanı sıra mahkemenin nasıl bir karar alacağı da bilinmez. Bu tamamen izleyiciye bırakılmıştır. Yönetmenin toplumsal kural ve toplumsal ahlak göndermelerine mahkeme ve kale kapısındaki “iyi” üzerine olan birkaç cümle konuşma dışında rastlamasak da genel olarak toplumsalın “ortak bir ahlak”ı ve “ortak bir vicdanı” olduğu sonucuna varabiliyoruz. Bunlara örnek olarak: Kadının tecavüze uğraması, samurayın öldürülmesi ve oduncunun hırsızlık yapması ahlaksızlık olarak değerlendirilmişti. Ortak vicdani durum ise hiç şüphesiz oduncunun kimsesiz bebeğe sahip çıkmasıydı. Buradan yola çıkarak Kurosawa’nın filmde “toplumsal koşullar ahlaksızlığın sebebidir” önermesini aynı şekilde toplumsal koşulların ortak bir ahlak ve vicdan anlayışını geliştirdiği sonucunu da çıkartabiliriz. Ayrıca toplumsal şartlara bağlanan “ahlakilik” tartışması bireyin öz iradesini tamamen abluka altına almış gibi bir izlenim vermemektedir. Nitekim olayların ana karakteri olan haydut, toplumdan adeta soyutlanmış bir ortamda yaşamaktadır. Ve samurayı öldüren ve eşine de saldıran da hayduttur. Kurosawa, bir olayı dört farklı pencereden açarak bizi hakikati bulmaya davet eder. Bunu yaparken göz önünde bulundurmamız gereken bazı hususlar vardır. Daha doğrusu cevaplamamız gereken sorular vardır. Davranışlarımızı sosyal şartlar mı belirler? Ortak bir ahlak ve ortak bir vicdan mümkün mü? İnsan özünde “iyi”ye nasıl dönebilir?