Soru sormak ile soru soranın bulunduğu yer arasındaki ilişkiye bir bakalım. Soru bize bir yer mi açıyor yoksa bize sorularımızı temin eden varolduğumuz yer midir? Soru bize bir yer açıyorsa bile bu, bir yerden hareketle söz konusu olsa gerek. Peki o yer, yani bize sorularımızı veren, ima eden yahut dayatan yer neresidir? Günlük hayat koşuşturması içerisinde bir şekilde kendisini benim algı havuzuma bırakan yayın bombardımanına maruz kaldığım her an bu noktada bir dayatmadan başka bir şey göremiyorum. Her haber, her yazı, her son dakika gelişmesi, her türden gerekli açıklama ve hatta yapılan her bir ayaküstü gündem değerlendirmesi bir yer dayatması içeriyor. Bu dayatma genellikle saçmaya indirgeme veya en iyi ihtimalle bir saçmalığa işaret etme üzerinden gerçekleşiyor. Aslındalar, dahasılar ve hattalar muhatabına kendi göremediklerini göstermeye yönelik birer ışık huzmesi olarak sahibinin ağzında birilerine boca edilmeyi bekliyor. Durduğu yerin kendisine dayattığı soruları iştiyakla sormanın maharet olmadığı açık. Bir yetkinleşmenin sonucu olarak değil, bir veya birden fazla konum değişikliğine mukabil olarak değişen sorulara cevap aramak için emek harcamak da maharet değil. Bu bağlamdaki soruların ve cevapların aşikar kılacağı bir şey de bana kalırsa yok.
Aynı yer üzre yaşamıyoruz. Aynı tarafta –tarafın ve taraf olmanın mahiyeti ayrı bir mevzu- olsak dahi farklı yerlerdeyiz. Bu farklılık her bir soruyu ötekine yabancı kılıyor. Kendi sorusunu sorulmaya layık yegane soru olarak görmenin psikolojisi ötekine uygulanan şiddete sürekli cevaz veriyor. Bu cevaz verme maharetli bir hatibin cehennem tasvirlerini andıran türden bir tanımlama ameliyesine dönüşüyor. Bana, beni anlatan ve dolasıyla sorularıma müdahale eden bir tanımlama ameliyesi. Sana, seni anlatan ve dolayısıyla sorularına müdahale eden bir tanımlama ameliyesi. Bize, bizi anlatan ve dolayısıyla sorularımıza müdahale eden bir tanımlama ameliyesi. Size, sizi anlatan ve sorularınıza müdahale eden bir tanımlama ameliyesi. Bu ameliye, insanın çağa içkin ibadeti. Böyle olunca, müşteri hizmetleri çalışanı sorunuzu anlamıyor. Aslında o sorunu neden yaşamamanız gerektiğini size anlatıyor. Soyu tükenmesin diye kendisinden alışveriş yaptığınız köşedeki küçük esnaf hiçbir sorunuzu duymuyorcasına büyük sorularını özenle poşetleyip elinize tutuşturuyor. Sahip olduğu önemsiz yetkiyi her fırsatta aleyhinize kullanan düşük kalibreli memur, üzerine düşünülmemiş yeni sorular ezberleyebilmek için kayıtdışı bütün sorularınızı kriminalize ediyor. Ağzından çıkana iman eden alelade gazeteci, yazar, akademisyen veya şair, sizin olmayan gerçekliği size çarşıpazarkarıştı tellallığı yaparak anlatıyor ve sorularınızı tevil ediyor. Bir diğer ifadeyle hazırsoruların ve hazırcevapların mutabakatı bir tavır ortaklığı içeriyor; atılgan, mütecaviz, fişek gibi.
İhtiyaç duyduğunuz hafif nemi sağlayarak koruyucu bir bariyer oluşturan ve cildinizi kurumalara ve dış etkenlere karşı korumaya yardımcı olan büyük sorularınızı, sormamayı tercih etmek bir soru mudur? Yoksa özel olarak geliştirilmiş formülü ile cilde parlatmadan matlık veren ve makyaj kalıntılarını temizleyen soruların hakkını mahfuz tutmak bir cevap mıdır? Her yerin ve çatının insanın aleyhine olan taraflarının mahiyeti üzerine düşünürken bir soru işaretine asılı kalarak yaşamanın kendisi hangi soruları ve cevapları ıskartaya çıkarır? Aynı soruyu, sizi farklı bir yere taşıyan bir sonraki adımda tekrar sormanın imkanı ve anlamı nedir? Sormadığım soruları yadırgama, yok sayma, indirgeme yoluna gitmiyorum. Sormadığım soruların neşet ettiği yerlerin sorunlarına işaret etmek kaygısından da azade konuşuyorum. Soru ile sorunun neşet ettiği yer arasındaki ilişkiye dair bir düşünme çabası benimkisi.