Tuğrâî, en bayağı insanın sıçrayışını görünce yürümekten bile vazgeçmiş, derler. Demek ki izahın temellükü, üslubun tekabülüne denktir. Ancak amelin izahı, bir ölçüde bu dünyada karşılık bulan bir mesele değildir. Jacques Ellul, Sözün Gözden Düşüşü (La Parole humiliée) adlı eserinde, dilin kötüye kullanımıyla birlikte önce imgenin, ardından da eylemin yarattığı tedirginliği ve manasızlığı dile getirmişti. Söylemin bu denli talan edildiği bir devirde, herhangi bir metnin salahiyetini ve geçerliliğini tasdik edecek bir savunun güçlü olması beklenemez. Bu minvalde esas olan, tavrın ve sözün insan ürünü olduğu ve dolayısıyla nakıs kaldığı gerçeğidir.
Ezcümle, insanın beşer olma arzusu, tavrın rengine ve sözün tonuna tahakküm eden bir sebeptir. O hâlde, her eylemi yalnızca fail ile nesne arasındaki mütekabiliyet üzerinden inşa etmek ve bu temelde anlam yüklemek, “Hırsızın hiç mi suçu yok?” sorusunun ima ettiği sığlığa denk düşer. Mesele ne hırsızı dövmek ne de mağduru övmektir; esas olan, durumu izah etmek ve anlamaya çalışmaktır. Belki de insanın hayatta en çok ıskaladığı şey budur.
Anlama ve izah etme kabiliyeti, insana özgü ve ona has bir donanım olarak tevdi edilmiştir. Bu iki meziyetin bulunmadığı yerde düşünme nakıs ve bozuk olur. Bu da insanı beşer yönüne, bir başka ifadeyle düşünemeyen bir canlı hâline indirger.

Biz ise bu hâli kısaca “barbar” sıfatıyla tanımlıyoruz.
Tarih, barbarların okuma-yazma bilmemesinden ziyade, insanların toplumsal bir varlık olduklarına kani oldukları kültürel düzeylerin eksikliğine dikkat çekmiştir. Nitekim bu bağlamda, beşerî özelliklerin insanı hayvandan ayıran bir unsur olmadığı anlaşılır. Hâlbuki insanı “medeni bir hayvan” (zoon politikon) olarak tarif eden Aristoteles, toplumu idame ettiren mekânı, yapıyı, işleyişi ve bunlarla ilişik bir fail olarak beşerin yerine manen “insan”ı koymaktadır.
O hâlde barbar, “medeni” olma özelliklerinden habersiz olduğu için değil; haberdar olsa dahi, tavrın, üslubun ve sözün düştüğü yerin içinde konumlandığı için barbardır. Barbar, beşerin bünyesinde taşıdığı zaafları hoyratça ve pişkince kullanan kişidir. Bu durum saf bir kötülük olarak nitelenemez; fakat iyiye ya da doğruya da yorulması güçtür. Özü itibariyle insanı beşerden insana, oradan eşref-i mahlûkata götüren musahhar yol, “düşünme” eylemidir. Ancak düşünme, anlamayla; anlama ise kavramayla ve nihayet inanmaya vararak kâmil olur.
Müslüman olmak da işte bu noktada, insanın kuru etine ruh veren yegâne hakikattir. İnsanı amaçsal bir yaşama, erdemli bir toplumu var etmeye memur eder. Aksi hâlde, aklın ve vicdanın insana bahşettiği şeyler, insanın başına bela, ruhuna dert olur. İnsan, beşer hâliyle dizginlenemediği için barbarlığa terfi eder.
Beşerin barbarlığa ya da insana, oradan eşref-i mahlûkata olan yönelimi, düz bir çizgide ilerlemez. Resûl-i Ekrem’in mealen söylediği “Ben de sizin gibi bir beşerim” sözü, insana insan olduğunu; beşer olmanın doğasında hata payı taşıdığını hatırlatır.
İnsanın neye lâyık olduğunu öğreten Peygamber, onu barbarlıktan beri durmaya çağırır. Beşerin hatalarını düzeltmesini, affetmesini, merhametli olmasını, hakkı gözetmesini, adaletli davranmasını ve nefsine esir olmamasını öğütler; bizzat kendisi buna örnek olur.
Kısaca, insanın lâyık olabileceği üslubun, ancak Müslüman olmakla kavranabileceğini bildirir. Bu yüzden, kimin neye lâyık olacağı, insan oluşuyla ve özünde taşıdığı Müslüman tavrıyla doğrudan ilişkilidir. Bu kavrayış, kişinin kendini ait hissettiği yerle değil; hakikatte ait olduğu mensubiyetle ilgilidir. Müslüman adını taşımak, insanı barbarlıktan zâhiren korumaz; bilakis, gayret ile ancak uzak tutabilir.
O hâlde, “Müslüman libasını giydim” diyen insan barbar olur mu? “Beşer gömleğini çıkardım” diyen insan olur mu? Bu suallere cevap verebilmek için, hakikatte lâyık olunan mensubiyetin ne olduğunu bilmek gerekir. Kişinin önce kendisine karşı gösterdiği ihtimam, ardından hayatla kurduğu münasebet bu mensubiyeti açığa çıkaracaktır. Zira kendine yabancı olan biri, dünyaya da yabancı sayılmaz mı?
İnsan, yerkürede kendini bir çıplak gözle görebilse, ruhunun kapılarını bir aralayabilse, neye mensup olduğunu değil; neyle meşgul olduğuna şaşar. Bir varabilse kendine, ruhuna erişebilse; bahşedilenin ve bahşedenin aşinası olur.
Yüzüne ve gönlüne çektiği perde nazara gelince, vakarın gücüne o zaman talip olur. Modern dünyanın üstümüze yıktığı belaların hepsi, barbarlıktan ve akla zehirli oklar salmaktan başka bir yere çıkmamaktadır. İnsan, her zaman geç kalır. Bu, onun hissikablelvukusudur.
Zaman, anlamakla yaşamak arasında mekik dokur. Bir şeylerin hep bizden uzakta durması, ruhumuza değmiyor değil. Bu yüzden barbar, hissedince düşünmeye, düşününce anlamaya, zamanla da bilmeye yönelir. Demlenir ve nihayet eşref-i mahlûkat olur.