İsmail, Anadolu’nun doğusunda kalan az haneli bir köyde büyümüş; karnı tok, sırtı pek ancak zihni donuk bir adamdır. Zamanında İstanbul’a göç etmiş, hatırı sayılır mal mülk edinmiş. Ancak bu ekonomik sermayesine rağmen çocuklarını da kendisi gibi cahil bırakmayı başarmıştı. Parasıyla hava atmayı seven, görgüsüz tavırlarıyla tanınırdı.
Amahbul[1] biri kişilik olan İsmail, her şeye layık olduğunu, her şeyi talep etme, istediği sözü söyleme ve kendisine karşı gelenleri kolayca reddetme hakkına sahip olduğunu düşünürdü. Bu keyfî iktidarını bir “yaşama sanatı”na dönüştürmüştü adeta. Geçmişinden gelen aşağılık duygusunu bir nebze yatıştırmak için girdiği her ortamda saygı görmek ister; daha fazlası için herkesin gözü önünde cömertliğini sergilerdi. Bazen bir taziye evinde, bazen bir düğünde para toplanırken şöyle bir çevresini süzer; dalkavuklarının dikkat kesilmesini bekler, tüm gözlerin üzerine çevrildiği o anda cebinden bir tomar para çıkarır, ardından ne ulvi bir tevazuya sahip olduğunu göstermek istercesine diğer eliyle bu hareketi örtmeye çalışırdı.
Bu nazik ve cömert görünümlü jest, kirasını denkleştiremeyenlerin yutkunmasına; cebinden daha az para çıkaracak olan diğer fırsatçılar için ise mutluluğa sebep olurdu.
İsmail yalnızca toplu merasimlerde boy göstermezdi; Ramazan aylarında da cami cemaatinin arasına karışır, bir şekilde herkesin “ne mübarek bir sofi” iltifatına mazhar olmayı bilirdi. Davet edildiği meclislerde tek kelam etmemesine rağmen baş köşeye kurulurdu. İmamlarla, vaizlerle birlikte görünmekten hoşlanırdı. Köy derneklerinde kim itibarlıysa İsmail hemen onun yanında bitiverirdi. Böylece onların karizmasından ve ününden nemalanmış olurdu. Köylüler, İsmail’in bu cömertliğine karşı ona develer kesmiyordu ama dalkavukluk yapmaya da itirazları da yoktu. Çünkü günün sonunda köylüleri kebapçıya götüren onların karınlarını tıka basa doyuran İsmail’di.
Bir gün İsmail, nedendir bilinmez, evlerinin istinat duvarının hemen yanında bulunan komşusunun üç metrekarelik arazisine gözünü dikti. Önce köye keşfe gelen harita mühendislerine birkaç kuruş vererek, köyün ortak arazisi sayılan, ancak bugüne kadar komşusunun kullandığı bu alanı üzerine kaydettirdi. Komşusu durumu öğrenince hemen tapuya gidip itiraz etti ve düzeltmeyi sağladı.
İsmail ise muhatap arayışına girmişti. Eğlencesini bulmuş gibi, komşusunun evinin önündeki bu küçük araziyi almak için mahkeme yolunu tuttu. Akrabalık, korku, çıkar ilişkileri ekseninde saf tutan köy halkının desteği ise doğal olarak İsmail’in tarafına kaydı. Ancak neyse ki mahkeme bu küçük araziyi İsmail’e vermedi.
Bu kovalamacadan büyük haz alan İsmail, karara itiraz edip davayı bir üst mahkemeye taşıdı. Konuya hâkim avukatlara göre, İsmail’in bu davadan eli boş ayrılması yüksek ihtimaldi.
Bu hikâyede bizi düşündüren birtakım sorular ortaya çıkıyor:

Bunca mal mülke sahip İsmail neden gariban bir köylünün üç metre karelik arazisine göz diker?
Kendine denk bir rakip bulabilirdi. Neden ekonomik olarak daha düşük konumda olan biriyle mücadele etmeye kalkıştı? Şehirde itibarını artıracak çok daha kârlı işlere yönelebilecekken neden böyle önemsiz bir davanın peşine düştü?
Bu sorulara cevap vermeden önce, İsmail’in yan komşusu olan küçük aile hakkında birkaç malumat verelim:
Bu aile, köydeki diğer ailelere göre daha fazla ihtisaslı birey yetiştirmiş; etliye sütlüye karışmayan, sade ve saygın bir yapıya sahipti.
Sorulara tekrar dönersek, yanıtlar hikâyenin satır aralarında gizlidir.
İsmail’in hikâyesi, kabile tipi toplumlarda karşılaşılan bir “şeref duy(g)usu”nun tezahürü olarak okunmalıdır. Bu bağlamda şeref, namus ve onur gibi kavramlar, bireyin kendisini konumlandırdığı prekapitalist ekonomik ilişkilerin hüküm sürdüğü toplumlarda etkin rollere sahiptir. Bu açıdan İsmail’in hikayesi bu açıdan önemli bir örnektir.
İsmail’in komşusuyla girdiği münakaşanın temelinde, herkesin onayını ve saygısını kazanma arzusu yatmaktadır. Davalık olduğu bu komşu, İsmail’in meclisinde boyun eğmeyen, onun otoritesine biat etmeyen tek aileydi. Köyün en zayıf halkası olmasına rağmen, İsmail’i muhatap almayan bu aile, İsmail’in şeref ekonomisinin doğrudan karşısında yer alıyordu.
Ekonomik olarak güçsüz olsalar bile, kültürel sermayeleri bakımından İsmail’in ulaşamadığı bir konumdaydılar. Bu sebeple, söz konusu aile yalnızca İsmail için değil, onun akrabaları ve yandaşları için de sembolik bir tehdit hâline gelmişti.
Bu bağlamda olay, üç aşamalı bir anlatı analiziyle çözümlenebilir:
- Muhatap Alma (Karşılık Verme)
İsmail herkesi ekonomik gücüyle satın alabileceğini düşünse de kültürel sermayeyi göz ardı etmiştir. Zira sahip olduğu güç, kültürel boşluğunu telafi etmemekteydi. Bu nedenle, çoğu kişinin ulaşamadığı bir sermayeye sahip olan komşusuna boyun eğdirmek, İsmail için şerefini tescillemenin bir yoluydu. Ancak ne yaptıysa bu aileyi kendisini muhatap almaya ikna edememiştir. Üstelik olay, doğrudan değil avukatlar ve arabulucular üzerinden yürüdüğü için İsmail, şeref ekonomisinden herhangi bir kazanım da sağlayamamıştır.
2. Meydan Okuma
Bir eylemin meydan okuma olarak değerlendirilmesi için meydan okuyan kişinin muhatabını bu girişime değer biri olarak görmesi gerekir. Bu, meydan okuyanın karşısındakini şeref açısından kendine denk kabul ettiği anlamına gelir.
Ancak İsmail’e ekonomik olarak karşılık veremeyecek olan insanlar ya boğun eğmiş ya da taraf tutmuştur. Açıkta kalan tek zemin, şeref ekonomisidir. Kabiliye tipi toplumlarda sembolik boşluğu telafi eden bu unsur, şehir kültüründeki kültürel sermaye karşılığıdır. İsmail’in kendisine bu eksikliği hissettiren şey ise söz konusu küçük ailenin sahip olduğu sosyal ve kültürel sermayedir.
3. Uzlaşı
Şeref duy(g)usunu tatmin eden bir diğer unsur ise uzlaşıdır. Müzakereciler, arabulucular bu süreçte merkezi rol oynar. Ancak onların şeref algıları, kendi habitus’ları içinde daha kırılgandır. Bir olayda arabuluculara gösterilen ihtimam, tarafların şeref ekonomilerinin işlerliği hakkında belirleyici olabilir.
İsmail’in komşusu ne onu muhatap almış ne meydan okumuş ne de uzlaşı için doğrudan bir ilişki kurmuştur. Dolayısıyla uzlaşma zemini oluşmamıştır.
Sonuç olarak, şeref duy(g)usunun oluşması için ilk gereklilik muhatap alınmak ve buna bağlı olarak meydan okumadır. Zira şeref yalnızca eşitler arası mübadeleyle meşruiyet kazanır. Meydan okuma, yalnızca karşılık verilebilecek birine yöneltilmelidir.
İsmail’in komşusu, bu eşitliği görmediği için karşılık vermemiştir. Tarım ekonomisine dayalı, kabiliye zihniyetiyle şekillenen topluluklarda, şeref yoksunu hakaretine karşılık vermek, cevap veren kişiyi küçültür.
Şeref, bu tür toplumlarda yalnızca dayanışmanın değil, aynı zamanda çatışmaların yönetilmesi ve dış tehditlere karşı birlik sağlanması açısından önemlidir. Arabulucuların şeref anlayışları ve bu anlayışa bağlılıkları da çatışma çözümünde belirleyici olur.
Nitekim güçlü bir ailenin, tek bir kişi üzerinden kurduğu zorbalık, izleyen müzakereciler tarafından meşru görülmez; şeref değerleriyle örtüşmez. Berberi topluluklardaki şeref ekonomisinin işleyişi, bu duruma örnek teşkil eder.
Son olarak:
İsmail gibi şeref duy(g)usunu katır üstünde taşıyanlar, elbette at üstünde olana göre daha aşağıdadır. Her ne kadar mesele at meselesi değilse de şeref meselesidir.
Kaynakça:
Bourdieu, P. (2018). Bir Pratik Teorisi İçin Taslak: Kabiliye Üzerine Üç Etnoloji Çalışması, Çev. Nazlı Ökten, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
[1] Amahbul, iyi ilişkilerin güvencesi olan görgü sınırlarını aşan, arsız ve yüzsüz bireye denir.