Orijinal adı ile The Century of Self olan “Ben Devri” 2002’de çekilmiş olup toplamda dört bölümden oluşan bir belgesel serisidir. Yönetmenliğini ve senaristliğini eleştirel belgesel film yapımcılığının duayen isimlerinden biri olan Adam Curtis’in üstlendiği belgesel, temelde Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan tüketim kültürünün oluşum sürecini ve bu sürecin anahtar ismi olan Edward Bernays’ın çalışmalarına odaklanmaktadır. İngiltere yapımı belgesel, hem Kıta Avrupası’nın hem de Amerika’nın 1920’li yıllarda geçirdiği kaotik dönemlere ışık tutmaktadır.

Bundan yüzyıl önce Sigmund Freud tarafından insan doğası hakkında yeni bir teori ortaya atıldı. Freud ‘Her insanın zihninin derinliklerinde saklı cinsel ve saldırgan güçler olduğunu keşfetti. Bu güçler kontrol edilmediği taktirde, bireyler ve toplum kaos içinde yok olmaya sürüklenebilirdi.’

Belgesel, izleyicisini bu açılış cümlesi ile karşılamaktadır.  Bahsi geçen cümlede Freud’a ait olan bu teoriye daha yakından bakacak olursak karşımıza “İd”, “Ego” ve “Süper Ego” olarak üç kavram çıkacaktır. Freud insanoğlundaki ruhsal (psişik) bölgelerden en eskisine İd adını vermektedir. Ona göre katılım yoluyla bireyin atalarından alıp doğarken beraberinde getirdiği tüm bünyesel özelikler İd’in içeriğini oluşturmaktadır. Yani İd kapsamına en başta vücuttaki organizasyondan kaynaklanan iç güdüler girmekte, bu iç güdüler İd’de çeşitli ve Freud’un da bilgisinin dışında bulunan ilk ruhsal dışavurum olanağına kavuşmaktadır. İnsanın dış dünya ile iletişimi sonucunda, bu yeni dünyaya uyum sağlamak için İd’de yaşanan gelişimlerle birlikte Ego ortaya çıkmaktadır. Ego’nun görevi öz yaşamı sürdürmektir. Kişinin dış dünyası ile iç dünyası arasında ki dengeyi sağlamak Ego’nun en önemli işidir. Süper Ego ise Ego’dan ayrılarak onun karşısında bir yerde konumlanır. [1] Süper Ego’yu  Kurallar, çatışma, ahlak, suçluluk gibi şeyler tarafından hafifletilmiş bilinçli zihnin içselleşmesi şeklinde tanımlamamız mümkündür.[2]

Ego’nun davranışlarının kusursuz diye nitelendirilmesi için, İd’in ve Süper Ego’nun isteklerini aynı zamanda karşılaması yani bu istekleri birbiriyle uzlaştırabilmesi gerekir. Belgeselin girişinde bahsedilen insan zihninin derinliklerinde saklı cinsel ve saldırgan güçler ise İd’in isteklerini oluşturmaktadır. Belgeselin ikinci cümlesi ise şu şekilde:

Bu belgesel iktidarı elinde tutanların kitlesel demokrasi çağında tehlikeli kalabalıkları kontrol etmek için Frued’un teorilerini nasıl kullandıklarını anlatıyor.

Ben Devri’nin çekilme amacını tam olarak barındıran bu cümle, belgesel boyunca Frued’un çalışmalarının gerçek dünyada nasıl hayat bulduğunu ve demokrasi kavramını nasıl etkilediği hakkında da bilgi vereceğinin sinyallerini de taşıyor. Sigmund Frued yüz yıl önce ortaya attığı bu teoriyle bilim dünyasına insanın içinde yatan ve isteklerinin tatmin edilmesini bekleyen bir ‘ilkel insan’ olduğunu ileri sürdü. Frued bu tezi ileri sürdüğünde insanın içinde yatan bu ilkel varlık onu korkuturken bahsi geçen bu varlıktaki potansiyeli görmek ise, yine Freud aile üyelerinden olan, yeğeni Edward Bernays’a kalacaktı.

1891’de Viyana’da dünyaya gelen Edward Bernays daha sonra ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etmiştir. New York’ta yaşamaya başlayan Bernays, Viyana’daki amcası Frued ile bağlarını hiç koparmamıştır. Yaz tatillerinin çoğunu amcası Freud ile geçiren Bernays onun entelektüel birikiminden faydalanmış ve düşüncelerinden etkilenmiştir.[3] Bu sebepledir ki Bernays, Freud’un insan hakkındaki fikirlerini alarak kitlelerin manipülasyonu için kullanan ilk kişidir. Sanayi Devrimi ile birlikte seri üretime geçen Amerikan şirketleri, ihtiyaç temelli tüketim anlayışının onların üretim hızına cevap veremediğini düşünmekteydi. Bernays ise bu seri üretim mallarını insanların bilinçdışı arzularıyla birleştirerek, ihtiyaçları olmayan şeyleri istemeleri için kitleleri nasıl ikna edeceklerini Amerikan şirketlerine gösteren ilk kişiydi. İhtiyaç toplumundan tüketim toplumuna geçiş sürecinin temelleri bu şekilde atıldı. Bernays’ın yaptığı çalışmalarla birlikte artık insanlar ihtiyaçları olduğu için değil kişisel tatmine ulaşmak için alışveriş yapıyorlardı. Yani artık insanlar İd’in isteklerine kulak vermeye, Süper Ego ise İd’i durdurmak için öne sürdüğü rasyonel sebepleri ise görmezden gelmeye başlamıştı. İnsanın içindeki ilkel varlık kontrolü eline almaya başlamıştı. Bu Freud’un korktuğu, Bernays’ın ise kendi eli ile inşa ettiği yeni dünya düzeni olacaktı.

Bernays, seri üretim mallarını insanların bilinç dışı arzularıyla birleştirerek, ihtiyaçları olmayan şeyleri istemeleri için kitleleri nasıl ikna edeceklerini Amerikan şirketlerine gösteren ilk kişiydi.

Modern Halkla İlişkilerin Doğuşu; Bernays’ın Çalışmaları

20. yüzyılında başında Avrupa’nın siyasi haritası yeniden şekillenmiştir. 1914’te patlak veren 2. Dünya Savaşı Avrupa’yı akıl almaz bir kaosun içine doğru sürüklemeye başlamıştı. Freud ise yaşanan bu vahşeti kendi teorilerinin kanıtı olarak kabul ediyordu. Döneme dair düşüncelerini ise şu şekilde kaleme almıştı:

Psikanaliz bilgimizden yola çıkarak bakınca insanların tam olarak böyle davranmasını beklerdik.

Belgeselde de belirtildiği gibi hükümetler insanların içindeki ilkel güçleri ortaya çıkarmıştı ve kimse bunu nasıl kontrol edeceğini bilmiyordu. İşte bu noktada eski dünyaya dışarıdan bir müdahalenin gelmesi çok zaman almamıştı.  Amerika’nın Almanya ile Avusturya’ya karşı savaş ilan etmesiyle birlikte dönemin başkanı Woodrow Wilson, Avrupa’daki bu kaosa son vermek için çalışmalar yürütmeye başladı. Wilson, ABD’nin eski imparatorlukları yeniden canlandırmak için değil bütün Avrupa’ya demokrasi getirmek için savaşacaklarını söylüyordu.

Bu sırada bir basın ajansında çalışan Edward Bernays ise Woodrow Wilson’nun bu iddiasını güçlendiren çalışmalar yapıyordu. Hem yurt içinde hem de yurt dışında bu düşüncenin pazarlanması görevini üstlenen Bernays bu noktada çok başarılı oldu. Savaşın sonuna geldiğinde ise Paris Barış Konferansı’na Başkan Wilson ile katılan heyetin arasında kendine yer bulmuştu. Bernays’ın yaptığı çalışmalar ile Wilson, Avrupa’da bir kahraman gibi karşılandı. Kalabalıkların Wilson etrafında dalgalandığını gören Edward Bernays, barış zamanında da böylesine büyük kitleleri ikna etmenin mümkün olup olmadığını düşünmeye başladı. Savaş zamanında yürütülen bu iletişim çalışmalarına propaganda denilmekteydi. Barış zamanında yine bu kelimenin kullanılması olumsuz çağrışımlara neden olacağından Bernays, yeni bir tanım bulma yoluna gitti. “Halkla İlişkiler Konseyi” tanımı da ilk defa bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Savaştan sonra Bernays New York’a dönüp Broadway civarında kendi halkla ilişkiler bürosunu kurdu. Bu sırada amcası Sigmund Freud’un ona gönderdiği Psikanalize Giriş kitabında bahsettiği irrasyonel insan teorisinin ona pazarlama dünyasında ne gibi kapılar açabileceğini düşünüyordu. Hedefi Amerikan toplumunun tüketim anlayışını köklü bir şekilde değiştirmekti. Bu sebeple Bernays popüler sınıfların zihinleri üzerinde deneyler yapmaya başladı. Bunun için yapacağı ilk çalışma ise kadınları sigara içmek konusunda ikna etmek olacaktı. Kadınların sigara içmesinin bir tabu olması sebebiyle hedef pazarın yarısını kaybettiğini düşünen Amerikalı tütün şirketleri bu soruna bir çözüm bulmak için Bernays’a başvurmuşlardı. Edward Bernays ise bu soruna çözüm bulmak için bir psikanalistle görüştü. Bu görüşme sonucunda öğrendiği şey onun bütün çalışmalarını şekillendirecekti. Sigara aslında penisi temsil ediyor ve erkeğin cinsel gücünü hatırlatıyordu. Bu sebeple Bernays sigarayı erkek iktidarına karşı bir meydan okuma fikri ile birleştirdi. Böyle yaptığında yaptığında kadınların sigara içmeye başlayacağını düşünüyordu. Öyle de oldu zaten. Sosyeteden bir grup kadınla anlaşan Bernays onları New York’ta düzenlenen paskalya yürüyüşünde sigara içmek konusunda ikna etti. Bu olayı ise basına, seçme ve seçilme haklarını savunan bir grup kadının “özgürlük meşalelerini” ellerine alması olarak lanse eden Bernays, istediği şeye ulaşmıştı. Toplum içinde sigara içen kadın artık güçlü ve özgür kadın olarak görülmekteydi. Bu düşünce günümüzde halen varlığını korumaktadır.

Edward Bernays’ın elde ettiği bu başarı daha sonrasında birçok farklı Amerikan şirketin onunla çalışmasını sağlayacaktı. Bernays ile çalışan şirketlerin hepsi birbirinden farklı iş kollarında olsa da istedikleri şey “ihtiyacından fazla tüketen yeni bir Amerika”ydı. Bernays girdiği her işte başarılı oluyor ve tüketen Amerikan toplumunu oluşturmaya her gün bir adım daha yaklaşıyordu. Onun çalışmaları diğerlerinden farklı kılan ise, Bernays’ın bir ürünü satmak için insanların mantığına hitap etmenin yanlış olduğunu görmüş olmasıydı. Yani Bernays insanlara bir arabaya ihtiyacınız var demiyordu o insanlara, çalışmaları ile eğer bu arabayı alırsanız iyi hissedersiniz diyordu.

Öte yandan Bernays ve onun muadili birçok halkla ilişkiler uzmanı yalnız özel şirketlere danışmanlık vermiyor, siyasiler de bu yeni disiplinin getirilerinden faydalanıyordu. Kitleler belli istekler doğrultusunda güdülenebiliyorsa ve bu güdüleme onların özgür düşünme yetilerini ve karar verme süreçlerini etkileyebiliyorsa demokrasinin işleyişi üzerine düşünmek kaçınılmaz olacaktı.

Demokrasi ve Halkla İlişkiler

Demokrasinin en popüler tanımlarından biri olan “Halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi” tanımı 1863’te Amerika Birleşik Devletleri eski başkanı Abraham Lincoln yapmıştır.[4] Görüldüğü üzere demokrasi kavramı yeni dünyanın yapıtaşlarından birini oluşturmaktadır. Belgeselin ortalarına doğru ise 20. yüzyılın başlarından yeni bir kimliğe bürünen demokrasiye olan bakış açılarındaki değişime de şahit olmaktayız. “Demokrasinize bir yenilik geldi buna tüketicilik adı veriliyordiye yazan dönem gazetecilerinden biri bu değişimin en çarpıcı cümlesini de kurmuştur. Artık mantığını bir kenara bırakarak sadece arzularını doyuma ulaştırmak için tüketen bir Amerikan toplumu vardı. Ve bu kadar çabuk manipüle olan bir topluluğun demokratik kararlar alıp alamayacağı ise tartışma konusu olmuştu.

1920’li yıllarda ortaya attığı düşüncelerle başta Bernays olmak üzere pek çok insanı etkileyen Amerikalı yazar ve gazeteci Walter Lippman ise bu olaya şöyle bakmaktaydı. Lippman kitle zihninin temel mekanizmasının saçmalık, irrasyonalite ve hayvanlık olduğunu iddia ediyor, sıradan insanları sokaktaki kalabalıklar olarak görüyor ve onların zihinleriyle değil omurilikleri ile hareket ettiklerini söylüyordu. Onun nazarında medeniyetin altında gezinen bilinçdışı içgüdüsel dürtüler, hayvansal dürtüler vardı. İnsanlar bu irrasyonel bilinçdışı güçler tarafından yönlendiriliyorsa Lippman bu durumda demokrasiyi yeniden düşünmek gerektiğini savunuyordu.

Bernays her ne kadar demokrasi kavramını muhteşem olarak görse de ona göre kitlelerin bu bilinç dışı duyguları kontrol edilmeliydi. Çünkü ona göre etraftaki bütün kitleler güvenilir bir karar verecek yetiye sahip değildi. Onların çok kolay bir şekilde yanlış kişiye oy verebileceğini, aslında yanlış olan bir şeyi isteyebileceklerini biliyordu. Bu sebeple kitlelerin yukarıdan yönlendirmeye ihtiyacı vardı. Freud’un konu hakkında ortaya koydukları ise Bernays’ın söylediklerini destekler nitelikteydi. Freud medeniyet denen şeyin insanların içindeki tehlikeli hayvani güçleri kontrol etmek için oluşturulduğunu savunuyordu. Medeniyet insanlara huzursuzluk getiriyordu ama onlar içlerindeki vahşi hayvanı kontrol etmek için huzursuz olmalıydılar. Dahası Freud demokrasinin merkezinde yer alan bireysel özgürlük idealinin imkânsız olduğunu söylüyordu. İnsanlar hiçbir surette kendilerini gerçekten ifade etmemeliydi çünkü bu Freud’a göre çok tehlikeliydi.  İnsanlar her zaman kontrol edilmeli, yani hep huzursuz olmalıydılar.

Özetle sokakta yaşayan sıradan insanlar manipüle edilmeye çok açıktılar. Hayatları İd’in isteklerini karşı çıkmak ve Süper Ego’nun baskılarına boyun eğmek arasında sıkışmış bir şekilde geçiren bu insanlar, içlerindeki bu mücadeleden kaçmak için, onları yönlendirecek herhangi bir müdahaleye açık durumundadırlar. Bu sebeple onlardan rasyonel kararlar almalarını beklemek oldukça zordur. Demokrasinin temelinin bireysel özgürlük olduğunu göz önünde bulundurursak aslında bu insanlar, Jean Jacques Rousseau’nun da dediği gibi, özgür doğmuş fakat artık her yerinden zincirlere vurulmuştur. İşte bu modern insanın bireysel karar alamamasındaki en önemli etken ise, onun düşüncelerini etkilemek isteyen halkla ilişkiler çalışmalarıdır. Ben Devri, bu durumun açılımlarını ele alması bakımdan önemli bir çerçeve sunuyor.


[1] Beş Konferans ve Psikanalize Toplu Bakış, Sigmund Frued (1938), Cem Yayın Evi, İstanbul 1996, s. 76

[2] Libido Dergisi, İd Ego Süper ego, Mart 2017

[3] Biograpy of an İdea; The Founding Principles of Public Relation, Edward L. Bernays, Open Road Yayınları.

[4] Oktay Uygun, Çoğulcu Demokrasi Çoğunlukçu Demokrasi İkilemi Ve İnsan Hakları Toplantısı, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara, 2011, s. 22.

Yazar Hakkında

2017’de Marmara Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nden mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı’nda tezli yüksek lisans programına girmeye hak kazandı. Rusya’nın yumuşak güç kullanımı üzerine çalışıyor. 2018’de İhlas Haber Ajansı Uluslararası Haberler Masası’da editör olarak çalışmaya başladı. Yaklaşık 2 yıl bu görevi üstlenen Şeko, bu süreçte asayiş muhabirliğini tecrübe ederek bazı özel haberler de yaptı. Haberleri NTV, Sputnik Türkiye, CNNTürk, HaberTürk gibi pek çok büyük haber kanalı ve internet sitesinde yayınlandı. Şuan ise İngilizce olarak global ölçekli yayın yapmaya hazırlanan, haber/analiz odaklı bir platformda proje asistanı olarak görev alan yazar Türkçe, Kürtçe, İngilizce ve orta seviyede Rusça biliyor.

Yorum yaz