İran sineması, 1979 devriminden itibaren sansür ve yasaklamalara karşı direnen sanatın kalelerinden biri olmuştur. Kendi toplumunun makro ve mikro düzeydeki sorunlarını aynı kota içinde işleyebilen teknik yeterliliğe sahip yönetmenler sayesinde insanlara kaliteli seyir keyfi sunan yapıtlar kazandırmıştır. Bu yapıtların en önemlilerinden biri de Saeed Roustaee’nin yazıp yönettiği “Leyla’nın Kardeşleri” filmidir.

Roustaee, görece genç bir yönetmen olarak devrim sürecini yaşamış ve daha çok İran sinemasının yeni-realist akımının içinde yer alan biridir. “Leyla’nın Kardeşleri” eserinde, ülkesinin küresel ölçekteki resmini gelenek-modern, korku-cesaret ikilemleri üzerinden genel manada toplumsal gerçekçi bir perspektifle ele almaktadır. Yönetmen, ülkesinin trajik sosyal ilişkiler biçimini; katı ataerkil, baskıcı ve çürümüş yönlerini erkek tipolojiler üzerinden canlandırmaktadır. Politik manada, toplumun sağ ve sol fraksiyonlarına yaslanan makro sorunları aile içi hesaplaşmalarla mikro düzeyde işler. Özellikle rejimin insanlar üzerindeki kaderini tayin eden sınıfsal ve kültürel katmanları net bir şekilde eleştirmek yerine, bunu sosyal ve realist bir üslupla yapmaktadır. Küresel kapitalist sisteme ve geleneğe yüklenerek rejim eleştirisini gerçekleştirir.

İran Sineması’nın Sosyal Sinema (1997-2006) anlayışının tematik bir örneği olarak “Leyla’nın Kardeşleri” filmi, daha sert bir üslup tercih eder. İran Sineması’nda Abbas Kiyarüstemi, Mecid Mecidi ve Asgar Ferhadi gibi son zamanların önemli yönetmenlerinde bu üslup, daha çok sosyal temalara ağırlık vererek mistik ve sosyo-psikoljik bir anlatımı tercih etmektedir. Bu açıdan Roustaee, İran Sineması’na görece sert bir giriş yaparak “kadın” konusu etrafında rejim karşıtı (daha doğrusu genel bir yönetim ve sistem eleştirisi) bir film ile karşımıza çıkmaktadır.

“Leyla’nın Kardeşleri” yapıtı, sadece İran toplumunu değil, daha evrensel olan sorunları da ele alır. “Parazit” ve “Joker” gibi uluslararası filmlerle konu bakımından paralellikler taşır. Bu filmlerde olduğu gibi, sınıfsallığın ve yeni dünya düzeninde aile dayanışmasının yıkımı, sınıfsallığın yarattığı yıkıma karşı bireysel mücadelenin örnekleri görülmektedir. Elbette yönetmen, bunu yaparken kendi toplumsal bağlamını bir kenara bırakmış değildir. Roustaee, yer yer metaforik bir anlatımla bireylerin kurumsal temsillerini yansıtır. Din, siyaset ve diğer toplumsal kurumların doğurduğu örüntüleri kadrajına taşır. Filmdeki tiplemeleri ve karakterleri açıklarken buna bilahare değineceğim.

Filmin ana karakteri olan Leyla, köşeye sıkışmış, çaresiz ve yoksul bir ailenin tek kızıdır. Evde istikrarlı bir işi olan, sigortalı tek kişidir. Ailesinin yoksul, dağılmış ve köhnemiş yönlerini toparlamaya çalışan Leyla, bu uğurda evlenmeyerek hayatını feda etmiştir. Ancak, bu mücadelesinde her ne kadar planlı ilerlese de ailesinden yeterli desteği alamamaktadır. Leyla, bulunduğu konum itibariyle “kadın Mesih” rolündedir. Yaşamını bir şeyleri değiştirmeye, yoluna koymaya ve bunun için çile çekmeye adamıştır. Bu çabasının karşısındaki en büyük engel babasıdır.

İran’ın değişmeyen ve sorgulanmayan katı geleneğinin vücut bulmuş hali olan Baba İsmail, mensup olduğu toplumda saygı görmek isteyen ve ömrü boyunca bunun hayalini kuran, çağın dışında kalmış biridir. Baba İsmail’in arzuları ile gerçek hayattaki imkanları örtüşmemektedir. Çünkü istediği “reislik” için belli şartların sağlanması gerekmektedir. Yani babanın hayallerine kavuşması için sadece ailenin en yaşlı bireyi olması yeterli olmaz; aynı zamanda konumunu güçlendirmek ve taçlandırmak için maddi imkanları da sağlaması gerekmektedir. Babanın bu hayali, ailenin düştüğü ekonomik çıkmazları sona erdirecek paranın da harcanması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, ailenin tüm bireyleri için çıkış yolu olan bu fırsat, babanın kişisel arzusu (belki de onu hayata bağlayan en büyük tutkusu) uğruna tehlikededir. Babanın bir gün dahi olsa statüsünü yükseltme çabası, esasında mevcut akışın içinde var olma çabasıdır. Leyla dışındaki kardeşlerin babaya olan itaati ise geleneğe olan bağlılığın bir göstergesidir.

Filmin başlığıyla müsemma olan kardeşler mevzusu, “böyle bir babanın (ev reisinin) ancak böyle çocukları olur” mukabilindedir. Evin en büyük erkek kardeşi Parviz, Leyla’nın çalıştığı AVM’nin alt katındaki tuvalette çalışmaktadır. Şişman, kımıldayacak takati olmayan, uyumak için bile içki içen, kendisini bile idare edecek durumda olmayan buna rağmen 6 çocuk babası olan uyuşuk biridir. Yönetmen, Parviz tiplemesinde çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun ve çalıştığı iş dolayısıyla da pisliğin içinde olan bir karakter yaratarak, özelde aile üzerinden toplumsal yapının tüm erklerine (devletin mevcut yapısı, siyasal ve ekonomik kurumlar vs.) işaret etmektedir. Bu şekilde, içinde bulunduğu ilişkisel yapıya atıf yapmaktadır. Geleneğin sembolik bir temsili olarak Parviz, çökmüş ve kokuşmuş toplumsalın apaçık bir örneği olarak canlandırılmaktadır.

Ailede görece “batılı” bir havaya sahip olan kardeş Ferhad’tır. Geleneğin tüm kodlarını taşıyan baba figürüne karşın, kıyafeti ve izlediği şeyler (Amerikan güreşi) ve sevdiği şeyler ABD kültürüdür. Güç ve kas gibi daha çok fiziksel özellikleriyle ön plana çıkan Ferhad’ın bir derinliği yoktur. Tüm enerjisini vücuduna ve görsel aurasına harcayan, düşüncesi ve planı olmayan bir karakterdir. Ailenin fiziken en güçlü tiplemesi olmasına rağmen, en çok ağlayan da odur. Ferhad, her türlü yasaklama, ABD yaptırımları ve karşıtlığına rağmen ABD kültürünün içeriye sızmasına engel olamamış, toplumsal yozlaşmanın canlı bir örneğidir.

Ferhad’ın giydiği tişörtün üzerinde, ironik bir biçimde, “just do it” (sadece yap) yazmaktadır.  Hâlbuki onun bir şey yapmaya yarayacak ne bir planı ne de bir fikri vardır. Bu yüzden Ferhad, hayatın anlamsal yönünden kopuk, tüketimin bir nesnesi olmuştur. Her daim birilerine ihtiyaç duyan ve asalak bir duygusallık taşıyan ve nihayetinde diğer kardeşleri gibi ailenin zayıf halkalarından biridir.   Bu da kardeşlerin temsil ettiği tipolojilerin çağın gerektirdiği dinamiklerden uzak ve oldukça bayağı olduğunun en açık göstergesidir.

Ailenin bir diğer erkeği, evin haylaz çocuğu Manoucehr’dir. Ne yaptığı belli olmayan, borç batağı içinde olan ve yasadışı uğraşlarından dolayı yurt dışına çıkmak isteyen bir karakterdir. Film boyunca sürekli kendi çıkarını korumak ve elde etmek için kurnazlıklar yaptığı anlaşılmaktadır. Manoucehr, Baba İsmail’in kaderini ve kederini yaşamak istemeyen, başarısızlığını örtmek için yurtdışına kaçarak hayaline ulaşma hedefindedir. Ancak bunu düşünürken kardeşi Ferhad’ın pasaportunu kullanmak istemektedir. Dolayısıyla ailenin yüzkarası potansiyeline sahip olan Manoucehr, kendisine ve çevresine zarar vermekten başka bir işe yaramayan bir karakterdir.

Anne karakteri filmde hemen hemen yok gibidir. Bir kadın olarak Leyla’nın sahip olduğu görünürlüğün tam aksine, evin her türlü etkisiz elemanıdır anne. Yönetmenin bu tercihi, esas itibariyle kadın tipolojisini iki farklı uçta tutma isteğiyle açıklanabilir. Bir yandan Leyla gibi “özne” olabilmiş, prangalarından kurtulmaya çalışan dirayetli bir karakter; öte yanda makus kaderine çoktan razı olmuş “nesne” konumunda olan bir tipoloji. Annenin rolü, babanın alanını açmak ve desteklemekten ibarettir. Geleneksel bir saygıdan başka itibar görmeyen anne, babanın gölgesinde yaşamaya razıdır. Leyla’nın uğradığı baskıdan çok daha fazlasını yaşadığı düşünülse dahi bu konuda en ufak bir isyan işareti görmemekteyiz. Aksine, uyuşturucu kullanan babanın en gözü kara savunuculuğunu yapmaktan da geri durmamaktadır. Anne, İran toplumunu mağdur ve mazlum tarafını temsil etmektedir. Onun ne düşünmeye ne de yaşamaya dair bir fırsatı olmuştur. Başka bir ifadeyle, mevcut iktidarın papağanlığını yapmakla görevli bir kapıkuludur.

Evet, son erkek kardeş Ali Reza’ya gelirsek. Yönetmenin Ali Reza ile inşa ettiği karakterin çok yerinde ve çok anlamlı bir tercih olduğunu düşünüyorum. Filmin başında ekonomik sorunlardan dolayı işçilerin güvenlik güçleriyle girdiği hengamede Ali Reza’nın oradan kaçtığını görüyoruz. Arkadaşları ona direnmesi gerektiğini söylese de o, korkarak oradan uzaklaşmayı tercih etmektedir. Ali Reza’nın daha önce evli olduğunu ve daha sonra boşandığını (çok ciddi bir sebep olmasa gerek) öğreniyoruz. Anlaşılacağı üzere Ali Reza, bir şeyleri sürdüremeyen, korkak biridir. Korkularının esiri olmuş ve bunun üstesinden gelecek cesareti olmayan bir karakterdir. Aslında biraz cesaretini toplasa Leyla’ya yardımcı olacak ve yanında duracak bir potansiyeli vardır. Ancak bir şeylerin değişeceği ya da olumluya döneceği fikri yaşadığı aşağılık kompleksinden dolayı aşamamaktadır.

Yönetmen, bu karaktere diğer erkek kardeşlerden ve babadan farklı olarak bir özbilince sahip olmasını tercih etmiştir. Bu da korkularıyla yüzleşmesine ve bunu dile getirdiği için mevcut durumunu daha rahat görmemize imkân sağlamıştır. Ali Reza, içinde bulunduğu çıkmazı kardeşi Leyla’ya anlatırken:

Ali Reza: Bana inanmayabilirsin ama güzel şeylerin olmasından bile korkuyorum. Her şey yolunda giderken kötü bir şey olacak diye korkuyorum. Kusurları sevmiyorum ve mükemmellik beni korkutuyor. Nasıl iş bu? Mağazadan bile korktum. Mutlu olmaktan bile korkuyorum.

Leyla: Nasıl düşüneceğin değil, ne düşüneceğin öğretildi sana.

Görüldüğü gibi Ali Reza’nın korkuları onu bir Leyla olmaktan uzaklaştırmıştır. Leyla’nın mağaza açma planı için kullanmak istediği parayı Baba İsmail’in büyük aile reisi olması için kullanılması istendiğinde, Ali Reza’nın babasının isteğini yerine getirme arzusu vardır. Ancak çoğunluğun kararına uymak zorundadır. Aslında Ali Reza, hem babanın üzülmesinden korkmakta hem de (yeni bir planın parçası olarak) planın sonunda başarılı ve mutlu olacağı düşüncesinden korkmaktadır. O, gerek mevcut siyasal erkin gerekse sınıfsal yapıların getirdiği eziklik ve baskı sebebiyle bir şeyleri başarma cesaretini korkuyla bastırmış ve sürekli geri çekilmiştir. Başka bir deyişle, korku imparatorluğuyla yönetilen acımasız sistemin asalak bir faresidir. Ortalıkta pek görünmek istemeyen, her adımını hesaplı yapan ve hiçbir riski göze alamayan bir karakterdir. Dolayısıyla yönetmen, İran rejimine gönderme yaparak; korkuyla yönetilen toplumdan bir karakteri canlandırmaktadır. Ali Reza, Leyla’nın misyonuna bu manada en yakın kişi sayılabilir. Çünkü her ne kadar korkak bir karaktere sahip olsa da gerçeğin farkındadır. Bu yüzden korkusuyla yüzleşeceği gün Leyla olmaya bir adım daha yaklaşacaktır.

Filmde ölüm-doğum-düğün, zengin-fakir gibi zıtlıklar bağlamında güçlü bir sınıfsallığın net bir şekilde işlendiği görülmektedir. Elbette filmde geleneğe ağır bir eleştiri de söz konusudur. Özellikle geleneğin ete kemiğe bürünmüş hali olan Baba İsmail örneği; çürümüşlüğün ve horlanmış, yoksul bir toplumsallığın sembolik ifadesidir. Babanın histerik duyguları erkek çocuklarına da sirayet etmiştir. Hem dışarda hem de evde otoritesini sağlamaya çalışan babanın beli bükülmüş, tuvalette düşüp ölme korkusundan evin mutfak lavabosunda idrarını yapacak kadar da alçalmıştır. Bu durum onun sadece fiziken değil ruhsal açıdan da çöktüğünün alameti farikasıdır Bu açıdan baba karakteri, rejimin estetize edilmiş metaforik bir anlatısı olarak anlaşılmaktadır.

Filmde horlanmış, dışlanmış ve henüz sabit bir iş imkanını bile elde edememiş olan erkek kardeşler, rejimin sosyo-kültürel politikasının göz ardı ettiği kuru ağaçları gibidir. Hatta bu ağaçların sınıfsal imkânsızlık ve bağlı oldukları geleneksel düşünceden ötürü topraksız ve susuz oldukları, çürümeye yüz tuttukları da söylenebilir. Nitekim beceriksiz, asalak, uykucu, üçkağıtçı ve korkak gibi toplumda istenmeyen sıfatları bir araya toplayan aile, rejimin sebep olduğu sıkışmışlığın ve çöküşün resmini vermektedir. Burada erkek egemen sisteme karşı ciddi bir eleştiri vardır. Çünkü filmde hiçbir erkeğe iyi diyebileceğimiz bir haslet atfedilmemektedir. Bunun aksine Leyla karakteri, toplumsal konumu olarak kendini var eden ve zamanın ruhuna yetişmeye çalışan kurtarıcı bir hüviyete sahiptir. Leyla’nın bu kadar güzel hasletlere sahip olması ve kusursuzluğu oldukça dikkat çekicidir. Son zamanlarda sınıf, emek ve sömürü gibi kavramların arasında kadın konusu sıkça zikredilmektedir. Bu söylem daha çok kadınların kamusal alanda eşit hak ve özgürlüklere sahip olmadığı veya erkek egemen zihniyetin daha baskın olduğu İran, Türkiye gibi Ortadoğu ülkelerinde işlenmektedir.  Popüler sinema sektöründe sık karşılaştığımız bu durum, yozlaşmış ve dağılmış aile kurumu üzerinden toplumsal pratiklerin değişimine dikkat çekmektedir. Ancak bu tarz konular işlenirken bazen toplumsal gerçekçi perspektiften sıyrılarak radikal feminizmin işlendiği izlenimi oluşabilir. Buna rağmen “Leyla’nın Kardeşleri” filminde görece daha dengeli bir feminizm düşüncesinin işlendiği söylenebilir. Tabii ki filmde erkeklerin de tamamen aşağılayıcı veya zayıf karakteristik özelliklerde olması bu bağlamda düşündürücüdür.

Filmde aile bağları ve toplumsal normlar, bireysel özgürlüklerin ve kişisel hedeflerin gerçekleşmesine engel teşkil etmektedir. Patriyarkal aile yapısının getirdiği olumsuzluklar, aile içindeki hiyerarşik düzenin sorgulanmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda, bu sorgulamayı başarabilen tek karakter Leyla’dır. Ancak o da toplumun değişen sosyal ve ekonomik dinamikleri karşısında zorluklar yaşamaktadır.

Leyla, ailenin ekonomik sermaye eksikliğinin farkındadır ve mevcut düzenin gerektirdiği şartlarda bu eksikliği tamamlamaya çalışmaktadır. Ancak ailenin kültürel ve sosyal sermaye konusundaki sınırlılıkları buna engel oluşturur. Dolayısıyla aile fertlerinin fırsat eşitliği sağlaması, sınıfsal ve küresel ekonomik sebeplerden dolayı gerçekleşemez. Leyla, kardeşlerine göre daha zengin bir kültürel sermayeye sahip olsa da bu, toplu bir değişim için çok yetersiz kalmaktadır.

Filmin içinde yer alan ailenin sosyal sermayesi artık eskisi gibi işlevsel değildir. Özellikle ekonomik ve kültürel açıdan belli standartlara ihtiyaç duymaktadır. Bu, istenen statüye ulaşmak için belli bir ekonomik sermayeye sahip olmayı gerektirir. Baba İsmail, kendi ölçeğinde belirli şartları sağlamış olsa da, bu onun sınıf atlaması için yeterli değildir. Dolayısıyla, ailenin toplumsal yapı içinde ailenin sembolik sermayesini (tanınma, prestij, itibar vs.) oluşturabilmesi için en temelde ekonomik ve kültürel sermayesinde ciddi bir artış yapması gerekmektedir.

Film, sosyal mobilite süreçlerinin zorluklarını ve engellerini açıkça ortaya koymaktadır. Ailenin bulunduğu durum, bireylerin sosyal statü ve itibarlarını yükseltmek için karşılaştıkları gerçek zorlukları ve bu süreçlerdeki başarısızlıkları anlatarak toplumsal yapı içindeki adaletsizlikleri ve engelleri vurgulamaktadır. Bu olumsuzluklara karşın, yönetmen İran’nın yas kültürün ve “beklenen Mehdi” anlayışına göndermeler yaparak cesur bir adım atmış ve tercihini kadın Mehdi’den yana kullanmıştır.

Filmde işlenen sınıfsal çatışma konusunun Türkiye’deki popüler sinema anlayışıyla kıyaslandığında oldukça çarpıcı farkların olduğu görülmektedir. İran sinemasında görülen rejim ve sistem eleştirisine karşın Türkiye’de daha çok taşra-kent, gelenek-modern, sağ-sol, gerici-ilerici gibi daha çok sosyo-kültürel farklılıkların üzerine yoğunlaşıldığına ve bu tür çalışmaların merkeze alındığına şahit olmaktayız. Özellikle İstanbul gibi sınıfsal çatışmaların ve şehir yaşamının karmaşıklıklarının işlenebileceği zengin bir ortamda, bu temaların yeterince ele alınmadığı bilinen bir durumdur.

Halbuki son yıllarda sinematografi açısından son derece başarılı yapıtların sahnelendiği de dikkatten kaçmamaktadır. Usta yönetmenlerin filmlerinde şehrin karmaşasını, keşmekeşliğini anlatırken bireylerin ruhsal bunalımlarını taşra ve kent arasına sıkışmış hayatlarına yoğunlaşmaktadır. Halbuki İstanbul gibi sınıfsal çatışmanın çok iyi çalışılabileceği ve o estetik donanıma sahip imkanlara erişilebileceği bir yerde bu tarz filmlerin olmaması herhalde eleştiri kültürümüzün henüz belli bir zemine kavuşmadığı anlamını taşımaktadır. Nitekim Türkiye’deki film sektörlerinin, yerli ve milli politikaların kurmak istediği estetik anlayış kaygısından tümden uzak değildir. Ancak daha evrensel ve daha etkili olan küresel ekonomik düzenin getirdiği sorunların kesinlikle işlenmesi ve estetik bir şekilde sunulması gerekir. Bu açıdan sinema geçmişi hatırlama, geleceğe uzanma ve bugüne taş atma konularında benzersiz bir işleve sahiptir.

Yazar Hakkında

1992’de Tatvan’da doğdu. Lise eğitimini Erciş Anadolu Öğretmen Lisesi’nde, lisans eğitimini Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde tamamladı. Bu yıllarda editörlüğünü yaptığı edebiyat dergisinde şiir ve öyküleri yayınlandı. 2015’te Özel Eğitim Bölümü’nden mezun oldu. Şubat 2020’de Bursa Uludağ Üniversitesi’nde Din Sosyolojisi alanında yüksek lisansını tamamladı. 2015’ten beri MEB’de Özel Eğitim Öğretmeni olarak çalışmaktadır.

Yorum yaz