1) Aydınlanma Düşüncesi: Genişleyen Doğu ve İskoç Aydınlanması
Antik Yunanlılardan beri Doğu ve Batı ayrımı süregelen bir gelenektir. Yunanlılar tarih boyunca Perslerle mücadele etmiş ve kendi üstünlüklerini meşrulaştırmak için kendilerine bazı üstünlükler yakıştırmışlardır. Bu yakıştırmalarla kendi kimliğini tanımlamaya çalışan Yunanlılar aynı zamanda Batı uygarlığının kimliğini oluşturmuştur. Öteki üzerinden kendini tanımlayan Batı uygarlığı, kendisi dışında kalan medeniyetlere başta kendince “haklı bir kibir” daha sonra keşfedilmeyi bekleyen “tuhaf” coğrafyalar olarak bakmıştır. 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da yaşanan gelişmelerle birlikte yakın Doğu’ya ve diğer coğrafi bölgelere yönelik seferler düzenlenmiştir. Böylece Doğu topraklarıyla tanışan Avrupalılar, Orta Çağda “korku ve hayranlıkla” baktıkları Doğu imajını yeniden müşahede etmeye başlamışlardır.
Batı’nın Doğu’ya yönelmesi, kapsamlı olarak, 15. yüzyılda Avrupa’nın Doğu ile gelişen ticari ve siyasal ilişkileriyle başlamıştır. Daha önce Akdeniz havzası ile sınırlı olan Doğu tasavvuru 16. yüzyıldan itibaren genişlemiştir. Avrupa’da Doğu hakkında bilginin ana kaynakları seyyahlar, elçiler, misyonerler ve tüccarların oluşturuyordu. Doğu bu kaynaklarda daha çok İstanbul ve onun gibi büyük şehirlerin ihtişamlı yönleri ile tasvir ediliyordu. Bu açıdan Saray ve Harem’e ait bilgilere geniş yer verilmiştir. Bunun yanı sıra büyük şehirlerdeki sosyal yaşam karmaşık ve tuhaf bulunmuştur. Batılılar için “mucizeler diyarı” olarak nitelenen Doğu fikri, 17. Yüzyılı boyunca seyyahların, tüccarların, misyonerlerin ve hacıların dilinden bir külliyat haline gelmiştir.
18. yüzyılda Doğu kadar Batı’ya karşı belli ölçüde üstünlüğünü koruyan Doğu, Avrupalıların başlattığı sömürge faaliyetlerinden sonra geriye düşmüştür. Bu güç dengesindeki değişim ile Batı, Doğu’yu “öteki” olarak görmeye başlamıştır. Böylece Doğu’da tuhaf, hayret ve hayranlıkla bilinen özellikleri yadırganır olmuştur. Bu üstenci bakış 19. yüzyıldan itibaren çok daha net görülmeye başlanmıştır. Batı muhayyilesinde değişen Doğu imajı Batı’nın Modern toplum teorileriyle ilintilidir. Nitekim Batı’da ortaya çıkan teorik bakış Doğu’yu ötekileştiren bir düşünceye haizdir. Modern düşüncenin geleneksel dünya görüşüyle ve kurulu siyasal nizamla olan çatışması onu bir “antiteze” dönüştürmüştür. Böylece kendi mevcudiyetini de öteki üzerinden tanımlamaya çalışmıştır. Yani modern olanın tanımlanması ancak onun dışında kalanların belirlenmesi ve bilinmesiyle gerçekleşebilecektir. Modern tanımda aşamalı ve ilerlemeci bir dünya görüşü hakimken; ötekinin tanımlanmasını ayrıştırıcı, despot bir kavram ile tanımlanmıştır.
Avrupa’da aydınlanma düşüncesi genel olarak Fransız, Alman ve İskoç aydınlanmasıyla zikredilmektedir. Bu aydınlanma sürecini birbirini destekleyen ve ortak bir paydaya hizmet eden kollar gibi düşünebiliriz. Hasan Ali Başdemir’in (2005) deyimiyle, Fransız aydınlanması dinin mutlakçılığı yerine aklı koyarken, klasik idealizmini sürdüren Alman aydınlanmasının Christian Wolff (1679-1754) ve Immanuel Kant (1724-1804) gibi düşünürleri de “dinin ve geleneğin otoritesini eleştirmişler; ancak dine karşı Fransızlardan daha ılımlı bir tavır sergilemişlerdir.”. İskoç aydınlanması diğer aydınlanma düşüncelerine göre daha ılımlı bir yaklaşım sergilemiştir. Bu açıdan bakıldığında İskoç aydınlanmasının kendine mahsus birtakım özelliklere sahiptir.
18. yüzyılda Edinburgh’ta ortaya çıkan bu düşünce üç temel alana odaklanmıştır. Bunlar: Ahlak, tarih felsefesi ve politik ekonomidir. Avrupa’nın eski toplumsal yapısının yaşanan gelişmelerle değişime uğraması yeni bir toplumsal düzen ve adalet arayışını kaçınılmaz kılmıştır. İskoç aydınlanma düşünürlerinden Bernard Mandeville’e (1670-1733) göre kamu menfaatinin bozuk olarak telakki edilen ahlaki özelliklerden meydana gelebileceğini ve o güne kadar süregelen erdemli ahlak yapısının toplumsal düzen açısından istenilen etkinlikte olmadığını savunuyordu. Bu yüzden değişen devlet ve toplum yapısına göre yeni bir erdem tanımının yapılması kaçınılmazdır. Mandeville piyasa ve İskoç ahlak teorisi ile duyusal gelişim teorisinin temellerini atmıştır. Ayrıca İskoç aydınlanmacıları genel manada bireysel çıkarları ve kamu menfaatini bir arada tutarak burjuva toplumunun ahlaklı olabileceği tezini savunmaya çalışmışlardır.
Bir başka İskoç aydınlanmacısı olan Francis Hutcheson (1694-1746) ise erdemin doğuştan ahlaki duygularımıza uyduğunu ve bunun için mutluluk duyduğumuzu, ahlaksızlığın da doğal ve fıtri bir yeti olmadığı için acı çektiğimizi ileri sürer. Yani mutlu olmak ve acıdan kaçınmak esasında Tanrının bahşettiği doğal bir düzenden gelmektedir. Halbuki İskoç aydınlanma düşünürü David Hume (1711-1776), bu düşünceyi biraz daha ileri taşır. Ona göre insanın doğru olarak nitelediği şeyler mutluluğa yanlış olarak nitelediği şeyler de acıya götürür. Hume bu düşüncesiyle ahlakiliği göklerden yere indirmiştir. İnsanın ahlak sorununu toplumsal düzen içinde açıklamayı yeterli görmüştür.
İskoç ahlak teorisyenlerinin bu düşünceleri modern toplumun inşası açısından temeli oluşturmuştur. Özellikle geleneksel toplum karşısında kendisine alan açmaya çalışan, haz, fayda ve üretkenliğe dayanan prensiplerini yeni sosyal düzene taşımaya çalışan burjuvanın ahlak sorunsalına ciddi katkı sağlamıştır. Bu ahlak teorileri akabinde tarih ve piyasa teorisine dönüşmüş, Doğu üzerinden kendini tanımlayan modern Batı imajının ayrıt edildiği bir ölçü olarak kullanılmıştır.
2) İlerleme Fikri ve Hume’un İlerlemeci Dünya Görüşü
18. yüzyıldan itibaren anlaşılmaya ve yargılanmaya varan bir Doğu düşüncesi hâkim olmuştur. Bu yazıda Hume ve Montesquieu’nün temel teorileri ile Doğu ve Batı arasındaki hattın neden “öteki” üzerinden tanımlanmaya çalışıldığı sorusu etrafında irdelenecektir.
Modern Batı düşüncesinin en önemli kavramlarından biri de “ilerleme” fikridir. Modern kimliğini ilerleme üzerinden gerçekleştiren Batı, bunu Doğu’nun tuhaf ve karmaşık yapısını yadırgayarak başarmıştır. Nitekim modernite, eski ile yeni arasındaki çekişmenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu çekişmede değişmeyen Platonik özler teorisine karşı modern düşünce galip gelmiştir. Nitekim ilerleme fikrini besleyen keşiflerin açtığı ufuk ve beraberinde gelişen Rönesans’ın “geriye bakan gözleri” bu çekişmeden sonra “ufka” dönmüştür. Yeryüzünde Tanrının hükümranlığındaki azade mekanizmi düşünen Newton ve bu fikrin tamamlayıcısı olan Descartes’in Kartezyen felsefesi modern düşüncenin epistemolojik dönüşümünün iki önemli ayağını oluşturmuşlardır. Doğa üzerindeki hakimiyetini arttıran ve kendi kaderini tayin etme cüreti gösteren insan, ilerleme fikrinin kaçınılmaz olduğunu savunmuştur. Descartes’in mekanik dünya üzerinde kurduğu “bilimde geriye dönüş yoktur” mottosu, sürekli ileriye doğru bir ilerleme anlayışını güçlendirmiştir. Böylece insanın tecrübelerinin bir bileşeni olan ilerleme aynı zamanda ahlaki bir zorunluluktur.
İlerlemecilik fikrini tarihsel açıdan ilk defa açıklayan Giambatista Vico (1668-1744), dünya tarihinin erken dönemlerinden beri insan faaliyetlerine bağlı olarak sürekli gelişme gösterdiğini iddia etmiştir. Dönemin etkin bir ismi olmayan Vito’nun ilerlemecilik fikrine olan katkısı bütüncül değildir. Onun bu eksikliğini David Hume gidermiştir. Hume, insan faaliyetlerinin ve insan doğasının önemli bir birleşimi olarak gördüğü ahlak ve toplum, onun sistematik hale getirdiği ilerleme düşüncesinden gelmektedir. Hume ve diğer İskoç aydınlanmacıları ilerleme fikrine tarihsel bir perspektif kazandırarak ilerlemenin tarih içindeki görünümünü oluşturmuşlardır. Bu açıdan ilerlemeci düşünce penceresinden yeni olanın daima daha gelişmiş ve ileri olduğu inancı benimsenmiştir. Böylece eski yeni çatışmasında, arkasını dinin, geleneğin ve kanonun etkileyici yönünü alan eskilere karşı ilerleme düşüncesi yeni olana (modern olana) ahlaki bir nitelik kazandırmıştır.
Hume, modern toplumu anlamlandırmak ve onun ahlaki yapısını meşrulaştırmak adına önemli bir aydınlanmacıdır. Onun modern toplumu açıklarken kullandığı mülkiyet, din ve sivil toplum kavramları, kendisinden sonra gelen (Smith, Ferguson, Millar ve Kames) İskoç aydınlanmacılarının tarih ve toplum üzerine yaptıkları teorik analizlerin temelini oluşturmuştur. O, modern ticaret toplumlarını sivil toplum olarak nitelerken bundan önceki toplulukları barbar ve vahşi topluluklar olarak sınıflayarak keskin farklılıklar öne sürmüştür. Bu manada modern toplumlar dışındaki toplumları (öteki toplumlar) beş ana başlıkta tasnif etmiştir: (1) Tarihsel aşamalar; (2) İlkel zihin; (3) Normatif ilkellik; (4) Barbarların işgalleri ve (5) İlkel toplumlar, sivil erdemler ve lüks.
Hume, tarihsel aşamaları John Locke’un sosyal sözleşme teorisinden hareketle mülkiyetin gelişimi ile açıklamıştır. Düşüncesi Smith ve Millar’ın fikirleriyle olgunluk seviyesine ulaşan Hume, Of Commerce (Ticaret Üzerine) adlı yazısında egemen toplumsal bir sistemi İngilizlerin ürettiği refah ile ilişkilendirmiştir. Ona göre bu refah hem siyasi hem de askeri bir güç sağlamıştır. Çünkü medeni toplumlar askeri ve siyasi dişiline sahip özelliklere sahip, etkili toplumsal yapıya sahiptir. Bu görüşe göre modern toplumu diğer barbar toplumlardan ayıran özellik disiplin ve iş bölümü neticesinde oluşan siyasal ve askeri güçte aranmalıdır.
Özel mülkiyeti siyasi ve hukuki alanla ilişkilendiren Hume, mülkiyetin varlığını hukukun varlığına ve modern toplumun vazgeçilmez bir unsuru olarak görmektedir. Nitekim hukuk ve siyaset mülkiyet etrafında tanımlanmıştır. Onun siyasi ve hukuk alanında geliştirdiği teori ile Avrupamerkezci düşünce kendi konjonktürel tarih anlayışını da oluşturmuştur. Batı’da gelişen aydınlanmacı düşünce, Doğu toplumlarını (batı dışı toplumları) geçmişteki ilkel aşamalarının birer temsilcisi olarak görmüştür. Bu görüş daha sonra Antropoloji biliminde temsil edilmiştir.
Hume, Avrupa’nın tam olarak olgun bir medeniyet haline gelmediğini düşünmüştür. Örnek olarak Roma’nın barbar Cermenler tarafından istila edildiğini sıklıkla hatırlatır. Bundan hareketle Avrupa’nın daima barbar toplumların olduğu bir dünyada yıkılma ihtimalî olduğunu savunur. Barbarlar medeniyetten anlamadıkları gibi ona saygı da göstermezler. Bu yüzden her zaman medeni toplumlar için tehdit niteliğindedir. Bundan kurtulmak için medeni toplumların yapması gereken bu toplumları kontrol altına almaktır. Bu toplumlar kontrol altına alınarak medenileşmeleri sağlanacak ve bu durum onalar için büyük bir fırsattır. Hume’un bu düşüncesi Batı’nın “ötekiyi” kontrol etme ve ele geçirme düşüncesine meşru bir zemin hazırlamıştır. Nitekim insan zihninin ilerlemeci bir mantıkla değerlendiren aydınlanma düşünürlerine göre zihin ilkel yapısından medeni bir zihin yapısına doğru ilerlemektedir. Bu yapıya ulaşanlar da Avrupalılar olmuştur. Bu düşünceyi destekleyen Ferguson, 1767’de kaleme aldığı Essay on Civil Society (Sivil Toplum Üzerine Yazılar) adlı çalışmasında insan zihninin tarihsel bir ilerleme göstererek entelektüel gelişmeyi sağladığını düşünmüştür. Dolayısıyla modern düşünce daha bilimsel ve akılcı bir düşüncenin geliştiği, olgunlaştığı şeye denktir.
3) Hume’un Doğal Din Teorisine Giriş
Aydınlanma düşünürleri insanlığın modern dönemde akla ve bilime olan ilgisini insanın doğa ile olan ilişkisi üzerinden okumaya çalışmıştır. Bu düşünürlerden biri olan Hume, insanın analitik düşünme becerisine sahip, duygularını kontrol etmede başarılı olduğunu düşünür. Huma göre bir toplumun ilerlemesini sağlayacak üç temel faktör vardır. Bunlar; siyasal, ekonomik ve düşünsel temellerdir. İktidar, siyasal anlamda denetlenip; uluslararası ticari faaliyette bulunup, düşünsel ve bilimsel çalışmalar yaparsa büyük ilerleme adımı atar. Batı dışı toplumlar bu minvalde değerlendirildiğinde Batı’yla arasında bir uçurum olduğu görülür.
Batı’nın modern siyasal tercihi, din ile olan irtibatında da görülebilir. Çünkü insanların ilerlemesini gösteren önemli bir gösterge de budur. Vahşi ve barbar Doğu’nun inanç ve değerlerinden uzaklaşıp doğal düzeni müşahede eden insan, siyasal düzeni salt bireysel akli yetileriyle değil toplumsal gelişim süreciyle elde etmiştir. Ona göre insanın bu dönüşümü ancak modern dönemde gerçekleşmiştir. Nitekim modern insan nedensel düşünür. Doğa da birbiriyle nedensel bağlarla bağlı bir bütündür. İnsan bu bütünü anlayacak kabiliyete nihayet modern dönemde erişebilmiştir. Hume bu düşüncesini Natural History of Religion (dinin Doğal Tarihi) adlı çalışmasında dile getirmiştir.
O, çalışmasında birçok toplumun hurafelerle dolu bir din anlayışına sahip olduğunu vurgular. Eski çoktanrıcı ve tektanrıcı inançları “boşinanç” olarak niteler. Çünkü bu inanışlarda insanlar verili bilgiler (söylene gelen, hiçbir akli yöne yaslanmayan, hurafelerle dolu) dahilinde sorgulanmaksızın, ataları dini üzere tabi olmuşlardır. Toplumlardaki baskı ve cehalet onların sorgulama ve akıl etme becerilerini de köreltmiştir. Bunlar son derece ilkel dinlerdir. Tanrıya kişisel özellikler atfedilmiş ve din tasnifi kapalı kapılar ardında mit haline gelmiştir. Halbuki doğadaki düzen bize tek tanrının ve insanın aklıyla kavrayabileceği bir inancı beraberinde getirmiştir. İnsan doğadan tanrının varlığına inanabilir. Doğadaki düzen insanın kendi sosyal gerçekliğini kurgulamasına sebeptir.
Hume, Çin dinini ilkel dinler kategorisinde değerlendirmiştir. Çünkü Çinliler çok tanrılı, hurafelerle dolu inançlara sahiptirler. Çinliler dualarına karşılık bulamayınca putlarını döverlerdi. Çin, Avrupa’nın düzenlenmiş toplum yapısına nazaran geri kalmış bir ahlak yapısına sahiptir. Halbuki Fransa ve Almanya’da Çin’e karşı ciddi bir hayranlık söz konusudur. İngiltere’de ise Çin’in siyasal ve sosyal yapısına karşı bir ilgi söz konusudur. Avrupa’nın Çin’e yönelik bu yaklaşım Cizvit misyonerlerinin Avrupa’ya aktardıkları bilgiden kaynaklanmaktadır. Leibniz ve Voltaire gibi Çin hayranı aydınlanmacılar, Çin’deki siyasal ve ekonomik yapının Avrupa’da da taklit edilmesini istiyorlardı. Çünkü orada iktisadi sistem topluma ciddi bir refah sağlamıştı. Bunun yanında Çin’de görülen eşitlikçi düzen ve aileye gösterilen önem gibi unsurlar ancak akılcı bir planlamanın ürünü olabilirdi. Bu yüzden Çin modeli Avrupa’ya uyarlanmalıydı.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hume’un siyasal düzen anlayışında din, doğal olarak insan hayatında ancak akıl ile idrak edilebilecek bir düzen arayışında bulunmamıştır. Bu sebeple din hiçbir şekilde ilerleme fikrine karşı bir unsur olarak telakki edilmemiştir. İlerlemeye karşı olan inanışlar safsatadan ibaret olan ilkel dinlerdir.
“Sicilyalı Diodoros, kendisinin dinsizlikten çok daha fazla boş inançlara eğilimli olduğu, yazdığı tarihten apaçık anlaşılmakla birlikte, dünyanın kökenine ilişkin en akla yakın görüşleri sıralayarak başladığı yapıtında, bir tanrısal varlık ya da zekâ sahibi zihni hiç anmamaktadır “[1]
Bu açıdan siyasal özgürlük Hume için olmazsa olmaz bir ilkedir. Ona göre lüks ve despot yönetim anlayışına sahip olan Batı dışı barbar toplumların (Osmanlı, Hindistan ve Çin) siyasal düzenleri bozuktur. Avrupalılar ise sadeliği seven, sürekli iktisadi sürekliliği tercih eden medeni toplumlardır. Avrupa ile diğer toplumlar arasındaki fark yerleşmiş modern bir toplum ile gelişmemiş ya da gelişmekte olan toplumlar arasındaki farktan gelmektedir. Bu açıdan toplumların karakterini oluşturmasında bu nitelikler önemli ipuçları vermektedir. Bir devletin büyük gücü bir hanedanın ya da bir dinin kutsiyetinden değil hukukun üstünlüğünden gelmelidir. Bu açıdan Hume, despotik yönetimlerin gücünü, siyasi sistemin kırılgan ve süreksizliğine bağlamaktadır. Kişiye ve hanedan ailesine bağlı bir yönetim süreklilik ve istikrarı baltalamak demektir.
Hume, Tanrı’nın varlığını tartışmasız kabul etmekle birlikte, Tanrı’yı görünmez, birlik, basitlik, sonsuzluk ve akıl sahibi olarak nitelemiştir. Evren ve tanrı tasavvuruna baktığımızda deist bir anlayışa vaki olduğu görülebilir. Ancak bunun aksi de söylenebilir. Hume’un din ile olan ilişkisi yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere modern siyasal düzen için bir tehdit oluşturmaması üzerinedir. Bu da aklın ve doğanın paydaş olacağı düzen ve ilerleme fikriyle oluşturulmuştur.
[1] David Hume, Din Üstüne, çev. Mete Tuncay, Ankara: İmge Kitabevi, 1995, s. 49.