Orta Çağ’ın klasik yönetim anlayışından modern siyasal hukuk sistemine geçiş döneminde birçok tartışmalar vuku bulmuştur. Bu tartışmaların başında insanın mahiyeti ana konulardan biri olmuştur. Daha önce süregelen felsefi tartışmaların merkezine yerleşen insanın tabiat ve tanrı arasındaki ilişkisi yeniden tanımlanmaya çalışılmıştır. Tanımlamaların ardında yaşanan bilimsel ve siyasal kavrayıştaki gelişmeler yeni sürecin zeminini oluşturmuştur. Daha önce Thomas Hobbes üzerinden tartışmaya açtığımız yeni siyasal düzen hattı, dönemin önemli düşünürü John Locke’un (1632-1704) “sosyal sözleşme teorisi” ile devam etmiştir.

Locke’un toplumsal yapı ve siyasal düzen tartışmalarındaki önemi, onun insan bedeni üzerinden temellendirdiği emek ve mülkiyet kavramsallaştırmasıyla ilintilidir. Ona göre insan temel ihtiyaçları için emek sarf etmek zorundadır. İnsanın emeği ve yaşamı arasından dolaysız bir ilişki vardır. Bu sebeple emek bireye aittir ve emeğin kaynağı da bireyin mülkü olan bedenidir. Descartes’in “ruh ve beden” teorisinin bir devamı niteliğinde olan bu kavramsallaştırma, Locke’un beden üzerinden emek ve mülkiyet teorisini geliştirmesine katkı sağlamıştır. Locke’a göre insan, bedenine sahip olduğu için bedeniyle gerçekleştirdiği edimlere (emek) de sahiptir. Böylece bedeni yaratan tanrısal irade, bedenin edimi olan emeğe ve emeğin kattığı şeylere de sahip olmalıdır. Siyasal alan için değişimin habercisi olan bu söylem mülkiyet kavramının yeniden tanımlanmasını sağlamıştır.

Yeni mülkiyet tanımlamasına göre, hiçbir emek sarf etmeden elde edilen topraklar kutsal değildir aksine ona emek sarf eden, kontrolünü sağlayan kişinin olmalıdır. Bu anlayışa göre dönemin toprak sahibi aristokratların mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz değildir. Bu açıdan Locke’un teorisi, yeni yönetim anlayışlarının değişmesine ve günümüz modern siyasal hukuk sisteminin oluşmasına büyük katkı sağlamıştır. Özellikle dönemin mülkiyet ve yönetim anlayışının değişmesine ve Karl Marx gibi emek, sermaye üzerinden yeni üretilen tartışmaların ortaya çıkmasına kaynaklık etmiştir.

Locke’un tanımlamaya çalıştığı yeni sosyal düzen anlayışı büyük ölçüde “doğal hukuk” ve beraberinde gerçekleştiği sosyal sözleşme üzerinden ilerlemiştir. İnsanın ihtiyaçlarını karşılamak için sarf ettiği emekle sosyalleştiğini düşünen Locke, insan emeğinin doğal ihtiyaçları karşılamak için kullanılan bedensel bir faaliyet olduğunu düşünür. Zira doğa insanın sosyal varlığı ancak emeğiyle elde ettiğiyle sağlanabilmektedir. Bir şeyin değeri de ancak o şeye verilen emekle ölçülebilir. Dolayısıyla sosyal hayatın anlam skalasını ancak emek ile değerlendirebiliriz. Toplumların ve mülkiyetin gelişimi bu açıdan birbiriyle ilintilidir. Locke bu gelişim sürecini üç aşamada ele almıştır. Birinci aşama doğal hal durumudur. Burada insanlar temel ihtiyaçlarını doğadan elde edebilmektedirler. İnsanlar ihtiyaçlarından fazla emek sarf etmedikleri için çatışma ve ihtilaf ortaya çıkmaz. Ancak ikinci aşamada doğada bulunanlar insanların ihtiyaçlarını karşılamada yeterli olmaz. Artık insanlar toplu halde yaşamaya başlamışlardır. Toplumsal hayatın görüldüğü bu dönemde mübadele ve para gibi faaliyetler başlamadığı için henüz insanları bir arada tutan ortak bir “fayda” hasıl olmamıştır. Çünkü ortak faydayı sağlayacak siyasal ve ahlaki zemin oluşmamıştır. Topluluğa hükmeden güç, toplumsal düzeni sağlamaya çalışır. Ancak bu düzende despotik bir anlayış hâkim olduğu için çatışma kaçınılmazdır. Üçüncü aşamayı “sivil toplum” olarak niteleyen Locke, bu aşamada toplumsal hayatın merkezinde para ve mübadelenin olduğunu düşünür. Bu aşamada tüm iktisadi faaliyetler en ileri biçimde kullanılmakta ve değerin merkezi bu enstrümanlar ile sağlanmaktadır. Böylece insanların “ortak faydası” tam olarak ortaya çıkmıştır. Oluşan ortak fayda ve bu fayda üzerinden meydana gelen toplumsal çatışma ancak yeni bir düzen ile kurulabilir. Bu açıdan toplumsal düzeni sağlamak için yeni bir sosyal sözleşmeye ihtiyaç vardır. Sosyal sözleşme halka rağmen yapılmamalı, emeği olan halkla birlikte yeni siyasal düzen oluşturulmalıdır.

Locke’un oluşturmaya çalıştığı yeni siyasal düzen anlayışındaki (bireysel haklar ve özgürlüklere dair) düşünceleri, kölelik ve mülkiyet arasında kurduğu ilişki ile anlaşılabilir. Nitekim ona göre insanların rızası olmadan yönetimlerin ele geçirilmesi, toplumdaki insanların köleleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu zorba düzenden kurtulmanın yolu halkın katılımının sağlandığı siyasal bir düzendir. Locke’un insan özgürlüğü için konu edindiği bu mesele, esasında 1688’deki Şanlı Devrim’i haklı çıkarmak ve böylece Stuartların despotik yönetim anlayışını göstermektir. Ancak Locke, bu hassasiyetini Afrika yerlileri ve Amerika’daki yerliler için düşünmez. Oralardaki köleleştirme savaş yoluyla gerçekleşmemiştir. Ona göre “köleleştirme hakkı” ancak bir savaş haliyle ortaya çıkabilir. Bir kişi kendi iradesiyle köle olmak istiyorsa olabilir. Bunun haricinde insanların egemenliğini tehdit edecek bir savaş hali dışında kölelik söz konusu olamaz. Yani bir kişi ölümü hakkettiği takdirde onu öldürmeyip bağışlarsanız artık o kişinin iradesi size aittir, onu köle olarak kullanabilirsiniz. Ancak Locke, Amerika’ya getirilen Afro-Amerikalı köleler için farklı düşünür: “Onlar zaten köleydiler, onların bedeli ödendikten sonra getirildiler. Ayrıca onlara medeni bir toplumda yaşama fırsatı verildi.” der. O, dünyadaki köleliğin gittikçe (medenileştikçe) ortadan kalkacağını savunur. Köleleştirme hakkını haklı bir savaş ile yenilenlere karşı uygulayabilirken Afrikalılara karşı meşru gerekçeler üreterek onların köleleştirilmesini meşru görür. Bu açıdan sömürgeleştirmenin meşrutiyetini, o halkların medenileşme arzusuna bağlar.

Locke’un Afrikalıların köleleştirmeyi meşru kılan bu düşünceleri esasında basit bir çelişki barındırmaz. Düşüncesini ihtiyaçlar ve verimlilik teorisiyle geliştirir. Ona göre topraktaki özel mülkiyet, bireyin ihtiyaçlarını daha iyi şartlarda sağlamalıdır. Bu yüzden toprağın verimli olması, işlenmesi ve sürekliliğinin sağlanması önemlidir. Böylece üretim artacak ve insanların hayat şartları daha nitelikli olacaktır. Locke’un bu düşüncesi zamanla İskoç ahlakçılarını etkilemiş ve onların yeni bir ahlak kuramı geliştirmelerine sebep olmuştur. Bu kurama göre toprağın istenilen düzeyde kullanılmaması (verim alınmaması) insanların refahını etkileyeceği için çatışma ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla sosyal sözleşmeyle kurulan düzen bozulabilir. Bunun için insan emeğinin ve mülkiyetin tekelleşmesi gerekebilir. Bu düşünceyle sömürge topraklarının ve ele geçirilen zenginliklerin ele geçirilmesi meşru bir zemine taşınmaya çalışılmıştır. Öte yandan işçilerin emeği de burjuvazinin insafına terk edilmiştir. Marx bu durumun farkında olsa da insanın salt beden-emek üzerinden tanımlanmasına itirazı olmamıştır. Bu yüzden Marx’ın etkin eleştirisi sadece politik bir uyarlamayla sınırlı kalmıştır. Halbuki salt beden ve emek üzerinden tanımlanan insanın sahip olduğu mülkiyetin bir parçası olması pek de kaçınılmaz görünmemektedir.

Yazar Hakkında

1992’de Tatvan’da doğdu. Lise eğitimini Erciş Anadolu Öğretmen Lisesi’nde, lisans eğitimini Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde tamamladı. Bu yıllarda editörlüğünü yaptığı edebiyat dergisinde şiir ve öyküleri yayınlandı. 2015’te Özel Eğitim Bölümü’nden mezun oldu. Şubat 2020’de Bursa Uludağ Üniversitesi’nde Din Sosyolojisi alanında yüksek lisansını tamamladı. 2015’ten beri MEB’de Özel Eğitim Öğretmeni olarak çalışmaktadır.

Yorum yaz