Cumhuriyet Halk Partisi, Kemal Kılıçdaroğlu döneminde bir “inandırma siyaseti” izlemeye yöneldi. Bu strateji, partinin geçmişte kimliğini dönüştürmeye çalıştığı kitleleri hedef alarak, onların oyunu alması muhtemel adayları belirlemeye dayanıyordu. Bu doğrultuda, CHP’nin politik hamleleri “Türkiye’nin çoğunluğunu teşkil eden bu mütedeyyin, muhafazakâr ve milliyetçi-mukadesatçı aptallar nasıl bir adaya oy verir?” sorusuna cevap aramak üzerine şekillendi. CHP adaylarını bu soru etrafında belirledi ve hâlihazırdaki muhtemel Cumhurbaşkanı adaylarını adaylık makamına getiren de yine bu soru oldu.
Bu yaklaşımın sonuçları açıkça gözlemlenebiliyor: Başörtülü aday gösterme, laiklik söylemlerine mesafe koyma, Eyüp Camii’nde Kur’an okuma, sağcı partilerle ittifak kurma, Filistin mitingi düzenlemeye girişme gibi adımlar CHP’nin mevcut toplumsal algıyı değiştirme çabasının örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu hamleler, esasen bir temel düşünce veya program çerçevesinde değil, yalnızca seçmene hoş görünme gayretiyle gerçekleştiriliyor. Bunun temelinde, kitleleri belirli bir program doğrultusunda bir düşünceye ikna etme gayretinin eksikliği yatıyor. CHP’nin kendi sınırları içerisindeki en büyük krizlerinden biri, uzun vadeli politik bir vizyon çerçevesinde Türkiye’ye yarar sağlayacak ve bu çerçevede de toplumu ikna etmeye yönelecek esaslı bir çabasının dahi bulunmaması. Çözüm sunma ve ikna etme siyasetinin aksine, icbar geleneğinden gelen bir yapı olarak CHP, doğrudan hükmetme araçlarının elinde olmadığı her durumda -mış gibi yapmayı bir çıkar yol olarak değerlendirdi ve değerlendiriyor.
CHP’nin “düşman” kategorisinin ana aktörü Recep Tayyip Erdoğan, siyasi yolculuğu boyunca seçmenini, siyasetçileri/partileri ve devlet aktörlerini ikna ederek ilerlemeyi tercih etti. Belki belli noktalarda dönüştü fakat muhataplarını ve muarızlarını dönüştürdü de (hatta kendisine oy vermeyenleri daha çok dönüştürdüğünü düşünüyorum). CHP’nin girdiği yolu da bu dönüşümden bağımsız ele almak mümkün değil. Erdoğan, o günkü tezi her ne ise o tez efradında bir birliktelik sağlayarak seçmen kitlesini şekillendirebildi ve günün sonunda bir ana tema çerçevesinde tezlerini belirli bir bağlama oturtmayı, en azından, önemsedi.
CHP ise hâlâ kendi teşkilatını ilgilendiren meselelerle vakit harcıyor ve çatısı altında bulunanlar Türkiye’nin en kritik sorunları karşısında dahi anlaşılabilir bir siyaset ortaya koymuyor. CHP’nin Suriye’deki gelişmelere, Kürt meselesine veya Türkiye’nin konumunu ilgilendiren diğer meselelere yönelik bir teklifi var mı? Şu ana kadar ortaya konanlardan hareketle değerlendirilecek olursa, üzerine düşünülmüş bir politikanın olmadığı aşikâr. CHP, yine, kendi aktörleri arasında “şaibeli kurultay”ların ve adaylık yarışının savaşını vermekle meşgul.
Dolayısıyla, CHP’nin bugünden bakıldığında temel problemi, politik bir bütünlük içinde insanları bir programa ikna etmek ve bunu yapabilecek isimleri öne çıkarmak yerine, yalnızca seçmene hoş görünmeye çalışarak kısa vadeli kazanımlar elde etmeye çalışmasıdır. Fakat ben esasında bunu, her şeye rağmen, Türkiye’nin yararına bir gelişme olarak değerlendiriyorum. Çünkü CHP hiçbir zaman Türkiye’nin sorunlarına yönelik çözüm üreten, güçlü ve tutarlı bir programın temsilcisi olmadı. Bir işgal garnizonu gibi Türkiye’nin çarpık modernleşmesinin daha çok kültürel bekçiliğine memur edildi. Bu memuriyeti muhalefetteyken de sisteme işlerlik kazandıracak bir usûl içerisinde devam ediyor.