Melike Kılıç, Mert Mevlüt Gökçe’nin sorularını cevapladı.
Şiirle senin ortak hikayenizi merak ediyorum. Nasıl başladı, nasıl devam ediyor? Edebiyat eğitimi aldın üstelik. Şiir serüveninde akademik formasyonun faydalarını gördün mü?
Önceden alakasız gelirdi ama şimdi görüyorum ki annem ve babamın çok sakin, hep konuşmakla iş çözen, mahçup insanlar olması bana kelimelerin yolunu açtı. Ayrıca annem tam bir Anadolu kadını; türkülerle, deyimlerle büyüdüm. Kelime haznemi buna borçlu olduğumu söyleyebilirim. Böyle bir evde biraz büyüdükten sonra okuma öğrendim ve kitaplara sığındım. Kitap okumak bana yalnız kalma hakkı tanıyordu, küçük sayılabilecek evimizde bana ait bir alan hakkı. O dünyaya girdikten sonra başka dünyalar aramamaya başladım. Sözle ve kelimelerle bu kadar muhatap olunca geleneğin de tesiriyle şiire uğramadan geçemiyorsunuz. Bana da öyle oldu.
Bu hikâyeyi hep anlatırım evdeki az sayıda kitap dışında apartmanımızda oturan Fransız Dili ve Edebiyatı öğrencisi bir ablanın nedense kütüphanesini boşaltıp bahçede oyun oynadığımız esnada “İsteyen istediğini alsın” demesi en büyük tesir oldu benim için. Kimse ipi topu bırakmadı, ben o kitaplardan seçtim. Çoğu şiir kitabıydı. Onlardan en çok Orhan Veli’yi yakın bulmuştum kendime.
Okul hayatı da ilgi alanlarıma göre şekillendi, kader diyorum ben buna. Hep müthiş Türkçe-Edebiyat öğretmenlerine denk geldim. Orta okuldaki hocam, aklımda üniversite diye bir şey yokken Türk Dili ve Edebiyatı okumam gerektiğini söylemişti. O öyle inanırken Anadolu lisesi sınavlarını kazanamayınca epey mahçup olmuştum. O da kadermiş, kötü bir düz lisede dünyanın en iyi edebiyat hocasıyla tanıştım. Çok güzel kitaplara yönlendirdi beni o da. Sonra İstanbul-Edebiyat’a girdim iyi bir puanla. Sonrası tamamen şiir.
Uzattım, ilk şiirim İÜ-Türkoloji’den arkadaşların çıkardığı Fraktal adlı dergide yayımlandığında yüksek lisans öğrencisiydim. Evvelinde yazdıklarımı gösterdiğim birçok kişi iyi olduklarını söylemişti ama sınıftan çok kıymetli bir abimin o şiir için “Bence devam etmelisin, bu iyi bir şiirin fragmanı gibi” demesi yolumu açtı. Yazdıklarımı göstermem için epey cesaretlendirdi beni. Raşit Ulaş’la da yüksek lisanstan arkadaşız. Onun da benim şiirlerimi iyi bulup “Yayımlayalım” diye ısrar etmesi, bundan ziyade kendi şiirlerini yayımlanmadan evvel bana yollaması ve fikrimi sorması vs unutamayacağım şeyler. Sonrasını biliyorsunuz. Hepsine teşekkür ederim. O günler olmasa bugün kitaptan bahsediyor olmazdık muhtemelen.
Akademik formasyona gelince, faydalarını gördüm elbette. Şiirlerimi verdiğim dilin tarihî ve coğrafi serüvenini bilmek ve bu dille yazılmış, söylenmiş eserlerin orijinaline temas edebilmek birçok kapı açtı bana. Bir de alanda olmak güzel, insanı güvende hissettiriyor.
Kitapta tarihlendirmelere dair vurgu dikkatimi çekti. İki bölümden oluşuyor kitap mesela: ocak ve şubat. Şubat isimli iki şiir var yine. Şarkı isimli şiiri de belirli tarihler üzerinden bölümlere ayırmışsın. Bu tercihin arka planını merak ettim açıkçası. Zamanı kayda geçiren bir şair mi var karşımızda?
Teşekkürler dikkatiniz için. Zamanı kayda geçirebilmiş olmak beni çok sevindirirdi. Ama burada kendi hafızasını tazeleyen bir şair var denebilir. Biraz kişisel bir özellik. Bu bazen cehenneme dönüştüğü için kendimi övdüğümün düşünülmesini istemem ama hafızam çok iyidir. Günler ve saatlerle aklımda tuttuğum çok şey var ki “Saati bilmek tutsaklık” bence. O sebeple şiirleri ve dünyayı böyle bölmek cazip geliyor çoğu kez.
Kitabın bölümleri hususu farklı ama; ilk bölüm benim zamanım, ikinci bölüm dünyanın bana ettikleri gibi daha çok ve bunları da aylara ayırmayı tercih ettim.
Şiirlerinde el kelimesine çok sık rastladım. Kitap boyunca en az on beş kez saydım el ifadesini. Demek ki bu sözcüğü şiire yakıştırıyor, hatta daha çok, şiirsel yüke sahip buluyorsun. “Ellerin dokunmadığı hiçbir şey kalmamış” diyorsun. Hani ellerin fazlalık haline geldiği, ellerimizi nereye koyacağımızı bilemediğimiz anlar vardır. Şiirlerinde o ruh halini, o atmosferi bir okur olarak hissettim açıkçası ben. Ama aynı zamanda “ben bir şiire ellerimi karıştırmam” diyen de sensin. Ellerin kişiyi dünyaya bağlayan bir tarafı da var. Ya da dünyayla temas ettiren bir tarafı. Nasıl okumalı senin şiirine dair bu özelliği?
Sözümü tutmamışım, ironi değildi şiire ellerimi karıştırmayacağımı söylemem. Dediğiniz gibi ellerin kişiyi dünyaya bağlayan bir tarafı var, bazı dönemler dünyaya tamamen ellerimizle bağlanıyoruz. Yaptığımız ya da yapamadığımız her şey onlarla ilgili oluyor. Ayrıca el hareketleri zihnimizi ve kalbimizi epey ele veriyor bence ve herkes için böyle bu. Ondan dikkat etmiş ve aktarmış olabilirim.
Yaşayan özne etkileşim kurabilsin diye yazmıyorum, en azından sadece bunun için yazmıyorum fakat ben kurulabileceğine inanıyorum. Metroda anksiyete krizi geçirirken her sabah metroya binmeye devam eden insanların özlemlerine dair fikirler barındırıyor bence bazı şiirler.
Kitapta “sen” ve “ben” arasında kurulan yakınlık dikkatimi çekti. Senin şiirlerinde sen ve ben arasındaki mesafe minimum seviyede tutuluyor sanki. Hep “ben”in yanında olan bir “sen” varmış gibi. Hatta ben bu ikisinin özdeş olduğunu bile düşündüm kimi mısralarda. Bir de “onlar” var. Ben, sen ve onlar… Onlar da sen ne kadar yakınsa o kadar uzakta kalıyor “ben”e. Bu mesafe ayarı bilinçli olarak mı var şiirlerinde?
Evet, tabii. Yani şiiri yazarken tabii mesafe ayarlamıyorum ama hayatta da böyleyim ve bu yansıyor ister istemez. Kafka’nın Milena’ya “Yanımda yürüyordun, düşünsene yanımda yürümüştün” gibi bir şey dediğini okumuştum 19 yaşımda ve şöyle bir şey söylemiştim: “Bakın bu böyle değil, ben olsam ‘Ben hiç yalnız yürümedim ki hep vardınız’ derdim.” Bu soruyu görünce o aklıma geldi; birini sevdiğinizde –aşktan bahsetmiyorum, ailem ve arkadaşlarım için de öyledir bende bu- o kişinin sözleri ve varlığı tüm hatırasıyla yanınızda olur; yani bir şarkı duyduğunuzda onu yanlış şekilde söyleyen bir arkadaşınızı hatırlar ve gülersiniz. Bende biraz haddinden fazla oluyor galiba. Tüm anılarımı şu an gibi zihnimde taşıyorum. Sen ve ben asla ayrılmıyor o nedenle; beraber bir anıya sahip olmadığımız onlarsa ne bana yaklaşabiliyor ne şiirime. Bunun bazen kırılması gereken bir şey olduğunu düşündüğümü de yeri gelmişken söylemeliyim.
Çiçekler, kuşlar ve zaman. Kurduğun şiir evreninin her yanında bu unsurlara rastlanıyor neredeyse. Geçen zamanın, birikip anı olan anların, çiçek açan geçmiş zamanın, bir araya getiren en güzel kelime olan yeşilin şiirde artık miadının dolduğuna dair bir görüş var. Tüm bunların yaşadığımız hayatın gerçeğine artık uymadığını savunuyor bu fikir. Sabah metroya binip işe giden, fatura ödeyen, yeşile ancak bir android tema olarak temas eden, eskiye, geçmişe küfrederek kendini tanımlayan kültürün ürünü bir hayatı yaşayan özne, senin şiirlerinle etkileşim kurabilir mi?
Her sene şiirin ölüp ölmediğini konuştuğumuz güzel bir dünyamız var. Bir şeylerin miadıyla ilgili tartışmalar kısır geliyor bana.
5 sene bir cam binada, sabah 6’da kalkıp günde 4 saat trafik çekerek yaşadım, akşamında da çoğu kez başka bir beyaz-çirkin binada bir refakat sandalyesinde oturdum. O yeşillikli şiirlerin tamamı o döneme ait. Kendimi hep iyi bir bahçeyi hak eden bir saksı çiçeği olarak tasavvur etmişimdir, biraz tatlı bir gençlik temennisi fakat özlemlerimi hep ona göre çektim. Özlemler şiirin gerçeğine dâhil değilse bunlar da değil denebilir.
Yaşayan özne etkileşim kurabilsin diye yazmıyorum, en azından sadece bunun için yazmıyorum fakat ben kurulabileceğine inanıyorum. Metroda anksiyete krizi geçirirken her sabah metroya binmeye devam eden insanların özlemlerine dair fikirler barındırıyor bence bazı şiirler. Taktir okurun tabii.
Okuyucuların en büyük meraklarından biri de sevdiği bir yazarın hangi kitapları okuduğu? Son olarak şunları sorayım, en son okuduğun dört beş kitap neler? Okuma ve yazma arasındaki ilişki sende nasıl şekilleniyor?
Okumadığım dönemler şiir ya da metin üretebilmek konusunda tıkandığımı söyleyebilirim. Her gün aynı şeyleri yaşadığımız bir dünyada, okumak olmasaydı ne yapardık bazen bilemiyorum.
Tez sürecinde olduğum ve kendimce de bir şeyler okumak istediğim için aynı zaman diliminde birkaç kitabı elime alıyorum çoğu kez onları söyleyeyim.
Jürgen Habermas-Kamusallığın Yapısal Dönüşümü
Beyhan Kanter-Şiirsel Kimlikten Mekânsal Sınırlara
T.S. Eliot-Bütün Şiirleri
Yiğit Değer Bengi’nin hazırladığı 1002. Gece Masalları
ve Ülkü Tamer’in Yaşamak Hatırlamaktır’ını da yeni aldım ve başladım.
Ülkü Tamer’i çok severim. Şiirle ilgilenen herkese selam ederim. Teşekkürler.