Can Acer, Mert Mevlüt Gökçe’nin sorularını cevapladı.
Şiire nasıl başladın, şiir sende nasıl gelişti?
Başlangıç hikayeleri hepimizin ilgisini çekiyor çünkü nasıl başladı sorusu hayatın en gizemli, elimizde tatmin edici bir cevap için en az bilginin olduğu soru. Varlığın başlangıç hikayesini bilmiyoruz. Maddeden canlılığın nasıl ortaya çıkabileceğini bilmiyoruz. İnsanın varlık sahnesine çıkışını tatmin edici bir kesinlikle takip edemiyoruz.
Kendi kişisel hikayemizde de bu böyle. Mesela bilincimizin uyandığı anı ya da kadınlık ve erkeklik farkındalığımızın başlangıcını bilmiyoruz. İlla geçmiş başlangıçlara gitmeye de gerek yok. Birine aşık oluruz ama bunun başlangıcını o kişiyi tanıdığımız belirli süre içinde dahi tespit edemeyiz. Bir uyurgezer gibi kendi hayatımızın içinde yürüyoruz. Kafamızı bir yere çarptığımızda ise uyanıyoruz. O yer aşık olduğunu fark etmek ya da şiir yazma arzusu duymak olabilir.
Başlangıç bilgisinin olmadığı yerde mitler ortaya çıkar. Yaratılış mitleri gibi. İnsanlar varlığın nasıl ortaya çıktığını bilemiyorlar ve o başlangıcı mitleştiriyorlar. Tekerleğin, kayığın vs. ortaya çıkışını anlatan destanlarımız vardır. Onlar da bahsettiğim şeye örnek verilebilir. Bu tavrı ben pek çok şairde de görüyorum. Kendi başlangıç mitlerini kuruyorlar. Çoğunun anlattığı şiire başlama hikayesine baktığımızda sinematografik sahneler görüyoruz. Bilinçle tecrübe ettikleri bir kırılma durumu var anlattıklarında.
Ben böyle bir kırılma anı hatırlamıyorum şiire başlamamda. Kendi hayatımda başlangıcı tam olarak fark edemesem de şiire ilgimin nasıl derinleştiğini hatırlıyorum ama. Lisede okul kütüphanesinden Zühal Tekkanat’ın hazırladığı Papirüs Şiirleri Antolojisi’ni okumuştum. Orada Cemal Süreya, Turgut Uyar, İsmet Özel, Zarifoğlu, Dağlarca, Eloğlu, Ahmet Oktay gibi isimler vardı. Hepsini art arda okumak şiire ilgimi derinleştirdi ve bana bir şiir görgüsü kattı diyebilirim.
Sözün ve yazının düşüşünden hatta sonuna gelindiğinden bahsediliyor bir süredir. Dijital devrimin kelimelere ihtiyaç bırakmadığına dair yorumlar da epey rağbet görüyor. Böyle bir atmosferde şiir yazmanın, bir kitap çıkarmanın anlamı ve önemi nedir senin için?
Beecroft Dünya Edebiyatı’nın Ekoloji’si kitabında Kanada yasalarına göre yerli halkların sözel geleneklerinin bir hakkı tespit ederken kanıt olarak kullanılabileceğinden bahsediyor. Bir arazi hak ediş davasında bir aborjin reisinin toprağın asıl sahibi olduğunu halkının oraya dair yazdığı şiirle iddia ettiği de aktarılıyor kitapta. Burada yasaların ya da hakimin verdiği kararın bir önemi yok. Önemli olan sözün sahip olma ve ait olma ile ilişkisi. Aborijin reisinin söz ile bir sahiplik ve aitlik iddia etmesi. Şiir bize bunu verir. Aynı anda hem sahip olmanın hem de ait olmanın duygusunu. Aborijinin yaptığının Namık Kemal’in, Mehmet Akif’in, Nazım Hikmet’in yaptığından bir farkı yok.
Bu sahiplik ve aitlik duygusu sadece toprağa, vatana dair gelişmiyor. Kadınla, erkekle, şehirle, inançla, ideolojiyle vs. aynı ilişkiyi kuruyoruz. Kendimizle bile. Ve bunu yapabilmenin en güçlü yolu şiir. Ben, insan ait olmaktan ve sahip olmaktan vazgeçmediği sürece kelimelere duyduğumuz ihtiyacın son bulmayacağını düşünüyorum. Yazdıklarımın benim için anlamı ve önemi, sahip ve ait olduğum değerlerin, insanlık durumlarının hayatımdaki en yoğun ifadeleri olmaları.
Dengeli bir ilişki kurmaya çalışıyorum. Kendimi merkeze alarak kendimden fazlasını yazmaya çalışıyorum diyebilirim.
Kitaptaki şiirler yaşantılardan hareketle oluşturulmuş etkisi bırakıyor. Deneyim ve gözleme sırtını yaslamış bir karakterde diyebilir miyiz senin şiirin için?
Diyebiliriz elbette. Yaşantı konusu açıldığında aklıma hep Ahmet Haşim ve Mehmet Akif geliyor. Bilindiği gibi Haşim Çanakkale Savaşı’na yedek subay olarak katıldı. Mehmet Akif ise o sırada Berlin’de görevdeydi, savaşa katılmadı. Ama Çanakkale’nin şiirini Akif yazdı. Bir insanın hayatının bu kadar önemli bir kesitini sanatının dışında bırakmasını anlayamıyorum Haşim’de. Akif’in ise katılmadığı bir savaşı bu kadar güçlü anlatabilmesine şaşırıyorum. Bunlar uç örnekler tabi. Yaşantılarıma karşı özellikle Ahmet Haşim’inki gibi keskin bir tavır yok benim yazdıklarımda. Dengeli bir ilişki kurmaya çalışıyorum. Kendimi merkeze alarak kendimden fazlasını yazmaya çalışıyorum diyebilirim. Kendimizi yazmalıyız, dünyanın bizden çok daha büyük olduğunu unutmadan.
Şenliknâme ve Kaba Müzik gülme eylemi üzerine yazdığın iki şiir. Kitabın genel olarak karamsar bir iklimi var. Bu iki şiirde bile bu var. Neden?
İki şiirde de gülme ile ölüm birlikte ilerliyor. Gülme hayata mutlak katılım sağladığımız yoğun bir eylemlilik hali. Benliğin ortaya çıktığı bir an gülmenin gerçekleştiği an. Birine, bir şeye güldüğümüzdeki psikolojik durumumuz açısından böyle. Bir ses patlaması olmasıyla vokal anlamda da böyle. Gülen kişinin varlığı aşikar olur. Ölüm ise bunların tam zıttı. Benliğin, hayata katılımın, eylemin, sesin son bulduğu yer. Bu zıtlık iki şiire de karamsar bir hava katıyor.
Aristo her şair kendi karakterine uygun bir şiir formu seçer diyor. Şiirimizi, poetikamızı karakterimize göre seçiyoruz, inşa ediyoruz. Bu karamsar hava mizacımla ilgili. Bunu aşmak gerekli mi bilmiyorum ama istesem de kolayca aşamayacağımı düşünüyorum. Bahsettiğim zıtlığı vurgulamak için değil, saf ve iyimser neşeyi yazmak için oturmuştum bu şiirlerin başına. Şenlikname’de aşık birinin gülümserliğiyle Kaba Müzik’te gülme eyleminin hareketliliğiyle belirginleşen bir neşe olacaktı bu. Ama mizacımızdan kaçamıyoruz. Şiirler başka yerlere evrildi.
Şiirinde taşralı yüzler görüyoruz. Taşra ve merkez açısından kendi şiirin hakkında ne söylersin?
Bu taşralı yüzler genellikle taşranın dışında, merkezde karşımıza çıkar yazdıklarımda. Böylelikle bir imkân doğuyor. Merkezi ve taşrayı aynı görüntü içinde anlatma imkanı. Merkezle taşra arasındaki ilişkilerden ve ilişkisizliklerden yer yer beslendiğimi söyleyebilirim. Kayıtsız kalamayacağımız bir ayrım var çünkü. Taşrada bile var bu ayrım. Bir kasabaya gitseniz oranın taşrası sayılabilecek daha yoksul, eğitim düzeyi daha düşük bir mahallesi vardır. Bununla birlikte taşrada şehir hayatının, şehirde taşra hayatının nüveleri var. Bütün bu farklılık ve benzerliklerin doğurduğu gerilimin bir fotoğrafını yakalama çabası şiirimdeki taşra.
Okuyucuların en büyük meraklarından biri de sevdiği bir yazarın hangi kitapları okuduğu? Son olarak şunları sorayım, en son okuduğun dört beş kitap neler? Okuma ve yazma arasındaki ilişki sende nasıl şekilleniyor?
Evet, ben de çok merak ediyorum beğendiğim bir yazarın neler okuduğunu, hangi kitapların onu bu noktaya taşıdığını. Ama bu her zaman mümkün olmuyor. Büyüyü bozmamak için okuduklarını saklamak yaygın bir tavır. Gençlerden ziyade orta yaşın üstünde görüyorum bu tavrı.
William Carlos Williams- Seçme Şiirler, Ronald Numbers- Galileo Hapiste, Tom Bottomore- Frankfurt Okulu ve Eleştirisi, Ali Nihad Tarlan- Divan Edebiyatında Tevhidler ve Muamma, F.M. Cornford- Sokrates Öncesi ve Sonrası. En son okuduklarım bunlar.
Okumak yazmayı elbette besliyor. Fakat bir şiire başlamışsam eğer okuma faaliyetim sekteye uğruyor benim. Şiir bitene kadar ciddi bir şekilde okumaya odaklanamıyorum.
Can Acer Kimdir:
1994 yılında Yozgat’ta doğdu. Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğini bitirdi. Milli Eğitim Bakanlığında görev yapmakta ve aynı üniversitede lisansüstü eğitimine devam etmektedir. Şiir, öykü ve yazıları Fayrap, İtibar, Post Öykü, Cins, Şiir Versus, Karabatak, Hece, Öykü Gazetesi, Çevrimdışı İstanbul, Türk Dili, Mahalle Mektebi dergilerinde yayımlandı. Demirin Demiri Kesme Sesi adlı kitabı 2021 yılı şubat ayında Ketebe Yayınları’ndan çıktı.