Bilindiği gibi Türk dizileri son yıllarda Ortadoğu ve Latin Amerika’da, dünyanın çevre ülkelerinin epey bir ilgi alanına girmiş gözüküyor. Ben öteden beri Türk dizilerine bu ülkelerde neden bu kadar ilgi duyulduğunu anlamaya çalışıyorum. Bu noktada birkaç sebepten söz edilebileceğini düşünüyorum. Biz konuşmayı, anlatmayı seven bir toplumuz. Sanırım bu yüzden iyi bir gsm ve sosyal medya pazarı ülkemiz. Bilsek de bilmesek de her şeyden bahis açmayı ve gelişen olaylar üzerine yorum yapmayı çok ama çok seviyoruz. Ayrıca hayatı kendimizle kurduğumuz ilişkiden çok başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler üzerinden tanımlarız. Kendimizi bile bu başka üzerinden anlamaya çalışırız. Bu sebeple olsa gerek kavramsal düşünme bizde eksik kalır hep, duygular üzerinden ilerleriz. Bu birçok alanda bizi geri bırakan bir şey gibi gözükebilir ama mesela dizi filmlerimizin çok satması bu duygu hususunda adeta profesyonelleşmemizin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Elbette profesyonelleşme derken salt ticarileştirmeden bahsetmiyorum, daha çok iyi bir dramanın gerektirdiği duygu çarpışmaları/çakışmaları hususunda ustalaşmamız kastım.
Peki dizi sektöründe dünyada her geçen gün mesafe kateden Türkiye, sinemada neden aynı başarıyı gösteremiyor diye düşünülebilir. Üstelik dizi sektöründe olduğu gibi artan bir üretkenlik de pek yok sinemamızda. Elma ile armudu kıyas etmek değil derdim ama dizi sektörümüz gelişirken sinemamız neden aynı tempoda değil? Bunun sadece Türk sinemasına özgü bir durum olmadığının farkındayım. Artık olaylardan ziyade olaylar olurken karakterlerin nasıl gelişim gösterdiği insanlar tarafından daha merak edilir oldu. Mesela Taht Oyunları (Game of Thrones) dizisini asıl güzel kılan zaman içerisinde her bir karakterinin geçirdiği o ilginç dönüşümler değil miydi? Ya da mesela Breaking Bad bir film olarak yapılsaydı derdini bu kadar teferruatlı anlatabilir miydi? Sanırım artık hikâyelere de doyduk biraz. Hikâyeler değil kişilerin ve ilişkilerin zaman içindeki dönüşüm biçimleri merakımızı uyandırıyor.
Buraya kadar anlattıklarımdan sanki sinema filmlerinin devrinin artık kapandığını düşündüğüm sonucu çıkarılabilir. Ama hayır, öyle düşünmüyorum. İyi bir film pekâlâ bir dizinin gösterebildiklerini çok daha kısa bir zaman diliminde gösterebilir. Tıpkı iyi bir şiirin bir romandan daha fazla şey ifade edebilmesi gibi…
Bir Türk sineması var mı derken kastımı da burada açabilirim sanırım. Beğensek de beğenmesek de, ticari saiklerle ortaya çıkmış olsalar da Türk dizisi diye bir şey var artık. Bu dizilerin ileride çok daha kaliteli ve sanatsal değeri de olan yapımlara dönüşeceğini de düşünüyorum açıkçası. Peki ya Türk sineması? Belirli bir tavrı, üslubu, dili olan bir sinemamız var mı yoksa çekilmiş filmlerin kolajından mı ibaret Türk sineması? Örneğin bir Türk şiirinden kolaylıkla bahsedebiliriz. Şair Nedim’in dil oyunları dil değişse de gelip yüz yıllar sonra İlhan Berk’te de görülebilir. Şeyh Galip’ten izler taşır Sezai Karakoç. Ziya Osman Saba İbrahim Tenekeci’de bazen sezilir, Ahmet Haşim Turgut Uyar’da, Yahya Kemal Erdem Beyazıd’da. Uzar gider bu. Dilleri, temaları, dertleri farklı olsa da aynı suda yıkandıkları sezilir. Bir Türk şiiri vardır elbette ve bu Türk şiiri yazılan şiirlerin toplamından da büyük bir şiirdir. Türkçe başka dillere çevrilmesi zor bir dil olmasa büyük ihtimalle dünyada da çok fazla bilinirdi. Buna karşılık Türk sinemasında tek tek iyi yönetmenler ve iyi filmler olsa da bir Türk sineması vardır demek hala zor. Üstelik bunu Nuri Bilge gibi bir dahi-yönetmen ve Ahmet Uluçay gibi tek filmle büyük yönetmen olmuş kişileri içinde barındırıyor olmasına rağmen söylüyorum.
Durumun böyle olmasındaki sebeplere gelince, burada bir faktör olarak sinemaya meyledenlerin genellikle hikâyesini anlatmak maksadıyla değil de entelektüel saplantılarla hareket etmesini sayabiliriz. O sıkıcı ve boğuk festival filmlerinin sinemada bir dil ve söyleyiş bulamayışımızda büyük payı var bence. Gidip Kaan Müjdeci’nin Sivas filmini 10 kere filan izleseler keşke film yapmadan önce. Bir diğer sebep olarak da yine genç sinemacılarımızın ağına düştüğü sembolizmi söyleyebiliriz. Hele o tıknaz göndermeler… Onlar da keşke Yavuz Turgul’un “bir filmin tarif edilemez bir ruhu vardır, filmin başarısını bu sağlar” sözünü okuyup dursalar “projelerine destek” bulmadan önce. Bir de temel bir ritim sorunu var, onun için de çarenin film müzikleriyle durumu kurtarmak olmadığını, aslolanın filmin kendisinin bir müzik gibi akması olduğunu…
Elbette zamanla çok daha iyi filmler çekilecektir, biz farkında olmadan bir Türk sineması kendi içinde yavaş yavaş oluşacaktır ama şu an için bir Türk sinemasından bahsetmek epey güç görünüyor.