154
Türkiye’de saf su kalmadı. Kimlikler, isimler, ideolojiler ve muhtevaları; insan kadrolarıyla başka yerlere doğru akıyor. Birbirini tekzip eden düşünceler ve referans noktaları aynı yerde aynı ağızdan olanca doğallığıyla dökülüveriyor. Böyle durumlarda akıl ve izan farklı terazilerde tartılıyor ve şaşırmanın kendisi şaşılası bir hal alıyor.
155
Alparslan Türkeş bir konuşmasında şu hususları dile getiriyor:
İttihat ve Terakki fırkası var yakın tarihimizde. Enver Paşalar var, Talat Paşalar var, Cemal Paşalar var. Birçokları bunları çok beğenirler, dürüst adamlardı, doğru adamlardı, şöyle adamlardı, “Bak Enver Paşa gitti Türkistan’da şehit oldu.” Ama koca Osmanlı devletini yıktıktan sonra neye yarar? 1908’de geldi İttihat ve Terakki iktidar oldu. Onlar iktidar olduğu zaman Arnavutluk Osmanlı Devleti’ne bağlıdır. Osmanlı Devleti’nin sınırları Adriyatik Denizi’ndedir. Rumeli bizim elimizdedir. Selanik, Manastır, Niş, Kosova, hepsi bizim idaremizdedir. Libya ve Çad bizdedir. Yani sınırımızın bir ucu Afrika’nın ortasında yani ekvator çizgisindedir. Arabistan, Yemen bizdedir. Yani Osmanlı Devleti’nin bir ucu Hint Okyanusu’ndadır 1908’de. On sene sonra, 1918’de hepsi gitmiştir. Anadolu da işgale uğramıştır. Anadolu da tehlikededir. İşte İttihat ve Terakki, işte Enver Paşa. İşte Talat Paşa, işte Cemal Paşa. Efendim çok vatanseverdiler, çok dürüsttüler, hırsız değillerdi, bilmem ne değillerdi. Ama komitacıydılar. Komitacılık ile devlet adamlığı farklı şeylerdir. Bize akıllı, ileriyi gören devlet adamı lazım. Milletini tanıyan, tarihini bilen, kudretli devlet adamı lazım.
Türkeş’i bir kaynak ve dayanak noktası olarak gördüğümden değil; bu tespitleri, “Türkeş’in dahi” bugünkü Türk milliyetçiliği vasatının ve tasavvurunun ne kadar dışında kaldığını göstermesi bakımından ilgiye değer buluyorum. Batıcılığın bir formu olarak milliyetçiliğin Türkiye’de geldiği nokta, iddiasının aksine “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü”ne halel getiren bir noktadır.
156
Necip Fazıl da Son Devrin Din Mazlumları’nın ilk sayfalarında şu hususları ifade ediyor:
Ziya Gökalp’ın İslâmiyet esası üzerine kurmak değil de, İslâmiyetle yer değiştirmekten başka gayesi olmayan posa milliyetçiliği, Enver ve Cemal Paşaların Birinci Dünya Savaşında şapkaya doğru yol açmak niyetiyle icat ettikleri Enveriye ve Cemâliye serpuşları, yine Enver Paşa’nın kumar parası gibi harcadığı Türk ordusunu düşünmek yerine Türk <<Elifba>>sına musallat olması ve Lâtin alfabesi şeklinde birbirinden ayrı ve rabıtasız harflerle bir imlâ hayal etmeye kalkışması, Tevfik Fikret ve Abdullah Cevdet’lerin alenî inkâra sapmaları ve millî ruh kökünü çürütücü kalem faaliyetlerine girişmeleri, felaketin Tanzimat ile beslenen mikroplarına ilk tecelli zemini olarak Meşrutiyet devresini çerçeveler.
Böyleyken, akıllarınca medenileşmeye engel saydıkları İslâmiyete karşı düşmanlık büsbütün resmî ve alenî plâna çıkamaz, daima tutuk ve kekeme bir zemin üzerinde cereyan eder ve tam tezahürünü bulmak için Cumhuriyet yıllarını bekler.[1]
Necip Fazıl’ın sadece şu pasajı dahi Türkiye’nin 2024’teki manzara-i umumiyesine ve kendisine ısrarla referans veren milliyetçi-mukaddesatçı çevrelerin politik kabullerine köklü bir muhalefet teşkil eder.
157
Sezai Karakoç bir konuşmasında şu hususları dile getiriyor:
Şimdi, bunun için çaba sarf edeceğiz. Hem geçmişte ortaya konanları hem de yeniden ortaya neler koyabiliriz, bunları koyarak yola devam etmemiz gerekiyor. Yoksa efendim İslamcılık ölmüştür, yeni bir yol arayın diyorlar. Neymiş o yol? Devlet aklı varmış. Devlet aklıyla yürüyecekmişiz. İslamcılıkla değil devlet aklıyla yürüyecekmişiz. Devlet aklı nedir? Veya demokrasi ile yürüyecekmişiz. Batı’dan gelen fikirlerle yürüyecekmişiz. Halbuki bütün bunların iflas ettiği ortadadır.
Karakoç’un bu cümlelerinde İttihat ve Terakki zihniyetinin Said Halim Paşa’sı olmayı reddetme dikkati görüyorum. Bu dikkat kapısı, bugün kilitli durumda. Milliyetçi auranın tüm ideolojilere bir sis tabakası gibi perde perde indirildiği, devlet öncelikli düşünme marazının sıddık ve mukkarreblerin hasletlerine tercih edilir kılındığı bir depolitizasyon süreci işletiliyor. Bu süreçte komitacılığa ve onun tasnif edilmiş bir formu olan “devlet adamlığı”na meyletmeyen, gönül düşürmeyen, “devlet aklı nedir” diye sorabilen bir özgüvene işaret ediyorum, kurucu ve âkifane bir özgüvene.
158
Ekrem Demirli bir konuşmasında şu hususları dile getiriyor:
Yüz senedir, laiklik iddiasında olan, sekülerleşen bir toplumda yaşıyoruz. Üniversiteler kurmuş, liseler kurmuş ve bu kurumların hepsinin eğitimini modern kurmuş bir yapıda biz modernliği, seküler kültürü, laikliği eleştiremiyoruz ve hep aynı yere geliyoruz: Bir dindar bunu nasıl yapar? Böyle bir şey olabilir mi? Yapılamayan herhangi bir şey varsa bu dindendir, yapılanlar da şu eğitimdendir.
Aynı bağlamda, bir başka yerde:
Bugün İslam toplumlarında din başat rol oynamıyor ki kurucu unsur, kurucu öge o değil ki. Sekülarizmin, laik eğitimin ortaya çıkarttığı sorunları dine çözdürmek istiyorlar. Böyle saçma bir şey olabilir mi? Bunlar modern eğitimin, hukukun, siyasetin başarısızlıklarıdır. Bunları eleştirmemiz gerekirken dini eleştiriyoruz. Diyoruz ki mesela, din ahlak haline gelsin. Ne olacak ahlak haline geldiği zaman? Yani adam bana patates satıyorken çürük satmasın, domates satıyorken üçkağıt yapmasın vs. Sen bunun tedbirini hukukla, siyasetle alsana.
…
Aydın dediğin adam yaşadığı çağı eleştiren adamdır. Aydın bir başka çağı eleştirir mi? Yaşadığın çağı eleştireceksin. Modern dünyayı, modern dünya kurumlarını, modern dünyanın vadettiklerini, modern eğitim sistemini, hukuku vs. Bunu yapamıyorsun, bunu yapacak donanımın gücün ve ciddiyetin yok. Sonra bunlar nasıl Müslüman? Böyle absürt bir şey olabilir mi?
Demirli’nin tespitleri Türkiye’deki düşünce sefaletinin özetini sunması bakından kıymetli. Çünkü içinde bulunduğumuz sorunlar esasında bir millî müfredat sorununa işaret ediyor. Tohumları, taammüden ekilmiş bir müfredat sorununa.
[1] Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, (İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 1974), s. 5.
Önceki bölümü okumak için tıklayın.