hâlbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
İsmet Özel, Münacaat
Aşk, mahiyetinde latîf bir sükût, gürültülü bir cezb, bazen de içten içe yakan bir hicran taşır. İnsan, sevdasına düşkün oldukça kemâle erer mi, yoksa bu sevda onu ziyandan ziyâna mı götürür, işte meselenin esası budur. Sevmek, İbn Hazm’ın ifadesiyle ruhun, ezelde âşina olduğu bir diğer ruha meyletmesidir.
Lakin bu meyl, salt bir câzibe değil, mevcudiyete mana kazandıran bir iştiyaktır. İnsan sevmeden var olabilir mi? Ona nazaran, aşk ruhun bahrinde bir misaldir, sonsuzluk vehminde küçük bir hâlka… Her bir âşığın gönlünde bir ‘güvercin gerdanlığı’ vardır ki bu halkadan kurtulmak hem mümkün değildir hem de bizzat insanın mahvına sebep olur. Çünkü aşk, aynı zamanda insana meçhul olanı tanıtma gayretidir. Nitekim Mevlânâ’nın “Aşksız olma ki ölü olmayasın” hitâbı da bunu işaret eder. İnsan aşkla dirilir, aşkla kendi derununa nâzır olur.
Ne var ki, aşkın en kadîm hâllerinden biri de hicrandır. Aşkta fîrak gönüller kavuşmayı bekler. Çözülmez denilen dertler çözülür, sevgilinin gönlünde erir gider. İbn Hazm’ın gözlemlediği gibi, “Bir âşığın gönlü, sevdiğinin ismini duyduğunda titriyorsa, bil ki o aşk ona zâten mukadderdir.” Lakin aşk, sâdece kavuşmak değildir; bazen bir nazar, bazen bir kelâm, bazen de derde derman olmaktır. Bâki kalan, o aşkın insanı hangi vadilere sürüklediğidir, çıkılmaz denilen yolları birlikte aşma gayretidir. Aşk, yolu bilmeden belki yola düşmek, yoldaş olmaktır. Yoldaşının yarasını sarmak, yükünü omuzlamaktır. Çünkü herkes bir yola girer mühim olan bu iştiyakta yoldaşına sarılmaktır. Elbet yol yorar ama aşık, yoldaşının cefasına katlanır, hatasını affeder. İşte aşkın rahmani yönü de bundandır. Bilakis aşkın merhameti Rahman’dan gelir.

Merhamet ve şefkat edene Rahman merhamet eder, şefkat gösterir. Böyle bir aşk büyür, gelişir ve meyve verir. Uzun, kâim aşkın sırrı da budur.
Aşkın, insana öğrettiği en mühim hakikatlerden biri de sadakat ve bağlılıktır. Bir kimse aşkta sadâkat gösteremiyorsa, onun sevgisi de sahih değildir. İbn Hazm bu sadâkati, “Gözlerin birbirine mühürlü kalışı” olarak târif eder. Sevmek, aynı zamanda kayıtsız şartsız bir teslimiyet ister. Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde” beyti, bu teslimiyetin en müşahhas ifadesidir. Çünkü sevmek, insanın kendi hudutlarını aşması, bir başkasının varlığında erimesidir. Ve asıl mesele, âşığın kendini unutarak sevgiliyi var kılmasıdır.
Bugün aşkı beşerî bir meşgaleye indirgemek, ona bir eğlence gibi bakmak, insana has bu büyük kudreti basitleştirmek olur. Oysa aşk, yüzyıllardır insanlığın en büyük derdi, en büyük imtihanıdır. Platon, aşkı ruhun özüne dönüşü olarak görürken, Goethe’nin Werther’i aşkın ihtişamında eriyip gitmiştir. Şair, aşkı “hâlbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti” sözüyle yaşamanın esas sebebi olarak görmektedir. Dolayısıyla aşktan kaçmak, sakınmak; yaşamaktan ve yaş almaktan korkmak, manasına gelmektedir.
Binaenaleyh, aşkı basit bir his olarak görmek, onun hakikatinden gafil olmaktır. Aşk, bazen bir kelâm, bazen bir hicran, bazen de kâinatın en mahrem sırrıdır. Ve kim ki aşkı idrak etti, işte o vakit insan olmanın inceliğine mazhar oldu.
Kapak Fotoğrafı: James Tissot, A Passing Storm, 1876.