108
Aksa Tufanı bir şeyi değil birçok şeyi görünür kıldı. Bunlardan biri de, varlığı İslâm ile mukayyet olan dahil, yeryüzündeki hiçbir devletin Müslümanların izzetini koruyabilecek güç ve yetkinliğe sahip olmadığıdır. Böyle bir derdin varlığının dahi meçhul olduğunu müşahede ediyoruz. Bu sebeple, umut, yalnızca “sıradan insan”a bağlanabilir. Sıradan olanın içinde sıradüzeni bozacak olan, yapması bekleneni yapmayabilecek haytalığa sahip, yapmaması istenileni yapıverecek olan insana…
109
Türkiye’de “sıradan insan”ın sınavı müfredat dışına çıkma yeterliliklerini kaybetmemektir. Sözde millî saiklerle yapılan her türlü ittiba davetinden yüz çevrilmesi gereken bir red eşiğinin günbegün geçildiğini görüyorum. Türklüğü ulus devlet aklına, göçmen karşıtlığına, Kürt ve Kürtçe düşmanlığına, şahsî menfaatleri perdelemekten öte anlamı olmayan kof devletçi argümanlara indirgeyen hastalıklı bir damara karşı, Türklüğümün gereğini yerine getirmek için bir yay gibi geriliyorum, kendime doğru.
110
Hem darbelerden, darbecilerden müştekî olup hem de “Anayasa’nın ilk üç maddesi” ile başlayan cümleler kurabilmek bir şartla mümkün olabilir: Evren ve türevlerinin fasaryalarına önem atfetmekle; Türkiye’yi, Cumhuriyet’i, İstiklal Marşı’nı Türk’ün aleyhine araçsallaştıran ideolojilerin acentalığını üstlenmekle ve bu trajediden sözde millî şuur ve dava çıkartıp kâra tahvil etmekle. “Yeni bir anayasa” düşüncesi de bu tahvil sürecindeki aktörlerin kâr hesabını kızıştıran bir yapıda. Dolayısıyla halihazırdakinde mündemiç olan marazları katmerlendirecek bir yeniliği, çok istesem de, ölümün ve sıtmanın uzağında kıymetlendiremiyorum.
111
İzzet Yasar’ın 1972 tarihli “Yeni Aşk Şiiri” şöyle bitiyor.
aydınlatın cesetlerimizi
vericiler yalan kusarken
rotatifler yeryüzü ezrailleri
çarpık ağızlar yalan kusarken
aydınlatın aydınlatın cesetlerimizi
Ne ilginçtir bir “aşk şiiri”nin “aydınlatın aydınlatın cesetlerimizi” ile bitmesi. İlgiye değer bulduğum gibi şaşırtıcı olmasını da umut ederdim fakat değil. Çünkü cesetlerinin üstünde tepinmek Türkiye’de makbul olanın sınırlarını tayin edegeldi ve Türkiye, hâlâ cesetlerinin üstünde tepinen bir millî mutabakat ile iş görüyor.
112
Nebbaşlık; asrı bulan Cumhuriyetimizin muteber mesleği. Veya şöyle demeli: Nebbaşlık; harbiye, kalemiye ve ilmiyenin bu asırdaki meşruiyetinin kıstası ve esas kazanç kapısı.
113
“Ne yapsam olmuyor”la başlayan ilk gençlik yılları, ardından her karar eşiğindeki büyük kararsızlıklar ve olan bitenden sonra “başka türlüsü de olamazmış” düşüncesi… Ne demeli? Galiba, biz kaderimizi seçerken kaderimiz de bizi seçiyor.
114
Hz. Ömer’in vüs’atine iki hususta hayranlık duyuyorum. Birincisi onu faruk kılan hususiyet, yani zannının çoğu durumda hakikate tekabül etmesi. Mesela Abdullah b. Ömer’in “Ömer herhangi bir konuda ‘Bunun şöyle olduğunu zannediyorum’ dediğinde mesele kesinlikle onun zannettiği gibi çıkardı.” dediği rivayet edilir.[1] İkincisi birincisinin teyidi hükmünde kabul edilebilecek bir hadise, meşbu olduğu hakikatle arzı endam etme arzusu ve bu niyetinin bir kırılma noktasına işaret etmesi. Rivayet odur ki bir gün efendimize (s.a.v) sorar: “Ey Allah’ın Resûlü! Ölsek de hayatta da kalsak biz hak üzere değil miyiz?” Bunun üzerine Resûlullah “Canımı elinde tutan Allah’a yemin olsun ki tabii ki ölseniz de hayatta da kalsanız hak üzeresiniz” karşılığını verince, Hz. Ömer “O halde neden gizleniyoruz?” diye sorar ve ekler “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki ortaya çıkacaksın.” Bu sözlerden sonra Resûlullah ortaya çıkma zamanının geldiğine kanaat getirir ve bu işi ilan etmenin vakti olduğunda karar kılar. Artık İslâm dâveti kendini savunacak güce erişmiştir. Resûlullah iki saf halinde, bir tarafında Hz. Ömer, diğerinde de Hz. Hamza’nın bulunduğu halde dışarı çıkar ve birlikte Kâbe’ye giderler.[2]
115
“Hz. Ömer zannı”nı ve kararlılığını bugün Gazze ve Gazzeliler üstleniyor. Acı olan şu ki bu bir farz-ı kifaye değil.
116
2018’de Mescid-i Aksa’dan çıkıp civarda adımlarken aynı yaşlarda olduğumuzu tahmin ettiğim bir genç Türk olduğumu anlayınca koşturup bir dükkâna girdi ve elinde bir fotoğrafla çıktı, Ömer Mescidi’ni gösterir bir fotoğrafla. O fotoğrafın Ömer zannının sıhhatine ve kararlılığına, Sultan Selim’in Filistin dikkatine ilişkin bir davetiye olduğunu bugün anlıyorum.
117
Kudüs için duadan başka bir şey yapamamak asrın başında muasır medeniyetler seviyesine ilişkin ortaya koyulan hastalıklı tasarruflardan bağımsız değil. Muasır medeniyetler, Hz. Ömer’in ve Sultan Selim’in yavuz politik müfredatına alan açabilecek bir yapı teşkil etmiyor. Dolayısıyla seyirci kalmadaki bugünkü trajedi, bir çaresizlik hali değil, taammüden girilen bir güzergahın durağı.
118
Bir Ömer bir Selim lazım bize. Mümkünse Ömer Selim.
[1] Ali Muhammed Sallâbî, Hz. Ömer, (Ravza Yayınları, İstanbul: 2006), s. 20.
[2] Ali Muhammed Sallâbî, Hz. Ömer, (Ravza Yayınları, İstanbul: 2006), s. 23.
Önceki bölümü okumak için tıklayın.
2 yorum
Pingback: Kültür ve Sanat Gündemi | Mart
Pingback: Not Defteri [119-121]