Kürt meselesi, Türkiye’de üç ana başlığa indirgenerek ele alındı. Konu ya bir güvenlik sorunu ya bir eğitim sorunu ya da azgelişmişlik sorunu olarak kabul edildi. Ağır askeri harekâtlar, kıyımlar, zorunlu göç ve sindirme politikaları güvenlikçi yaklaşımın sonucuydu. “Makbul Kürt” yetiştirme müfredatı eğitimci yaklaşımın konuyu uzun vadeye yayarak ortadan kaldırma stratejisiydi. Sorunu az gelişmişlik meselesi olarak ele alanlar ise problemi bir istihdam meselesine indirgediler. Söz konusu yaklaşımlar meselenin derin tarihsel, toplumsal ve siyasal boyutlarını göz ardı ettiler.
Esasında sorun bu paradigmaların kendisidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin benimsediği ulus-devlet modeli, homojen bir toplumsal yapıyı hedeflemekteydi. Bu model, Cumhuriyet’in yeni düzen içerisinde kürsü edinebilmiş sözde elitlerinin idrak sınırlarına dayanan bir Türk kimliğini esas alan ve toplumu asimilasyona dayalı politikalarla düzenlenmeye çalışan bir anlayışı esas alıyordu. Dolayısıyla, Kürt kimliğinin ve dilinin kamusal alandaki varlığı, bir sorun olarak görülmüş ve bu görme biçimi çeşitli toplumsal gerilimlerin derinleşmesine neden olmuştur.
Kuruluşundan itibaren istikrarsız bir siyasi havsalanın mümkün olan her şeyi mütemadiyen değiştirdiği, dönüştürdüğü, tahrip veya inşa ettiği bir ülke Türkiye. Fakat çok temel ve hayati sorunları sabit. Öyleyse Cumhuriyet’in yüzüncü yılını geride bırakmışken hâlâ 1920’lerin 30’ların temel konu başlıklarının ve ürettiği sorunların üstelik daha sınırlı ve verimsiz bir noktadan tartışılmaya devam ediliyor olması evvela tartışması teklif dahi edilemeyen birtakım hususların, kişilerin ve kurumların tartışmaya açılması gerektiğinin bir delili kabul edilmelidir.
Bugün, terörün sona erme ihtimalinin ufukta belirdiği bir zaman dilimindeyiz. Kimileri bu ihtimali Kürtlerin siyasi taleplerinden vazgeçmeye mahkûm bırakıldıkları bir vasatın temin edilmesi olarak yorumluyor. Kimileri de devletin uzun vadede kayba memur olduğu bir anlaşmaya mahkûm edildiğini düşünüyor. Bu noktada soru şu: Ne olursa olsun, Türkiye’nin akan kanını durdurmak acil ve ilk elde yapılması gereken şey değil midir? Bu istikamet Türkiye’nin modernleşme tarihinin karanlık yüzünü tartışabilme fırsatını da beraberinde getirebilir. Zira çözüme ve yeni bir anlama biçimine imkân sağlamayan şiddetin ortadan kalkması, sorunun derin yapısal boyutlarını daha net ve duygusal gerilimlerden uzak bir şekilde görmemize imkân tanıyacaktır.
Şiddetin gölgesinde tartışılamayan ve insanları istemedikleri şekilde bir kampın problem içeren sınır ve tezlerine mahkûm eden pek çok meseleyi daha açık bir zeminde ele almak mümkün olabilir kanaatini taşıyorum.
Bu noktada, devletin güvenlik, eğitim ve istihdam eksenli indirgemeci politikalarının dışına çıkıp Türkiye’nin yerini yeniden değerlendirmesi gerekmektedir. Geçmişte yaşanan inkâr ve baskı politikalarının tekrar edilmesi veya yeni formlar içerisinde yeniden gündeme alınması ne toplumsal barışın tesisine ne de istenileni temin etmeye yarar.
Bu sürecin büsbütün yeni bir inkâr ve kendi yanlışlarını teyit etme sürecine evrilmemesi sadece Türkiye’deki siyasi iradenin bu meseleyi nasıl ele alacağına, toplumsal mutabakatı ne kadar gözetebileceğine bağlı değil. Her teklifi dışlayıcı ve buyurgan bir irade olarak tecessüm eden klasik devlet reflekslerini, insanların taleplerini toplumsallaştırarak ve siyasi pratiğe dökerek dönüştürme noktasındaki maharetlerine de bağlı.
Daha temelde, Kürt meselesi yukarıda işaret ettiğim üç paradigmanın anlaşılabilmesine somut bir örneklik teşkil ediyor. İmha edilmeden, “eğitilerek” ikna edilmeden ve temel meseleyi görmeye mânia teşkil edecek şekilde istihdam edilmeden bu meseleye kör kalmak imkân dâhilinde değil.
Ezcümle, Türkiye’nin kendisine ayak bağı teşkil eden sorunlarından kurtulması bu üç paradigmadan da yüz çevirmeyi gerektiriyor.