139
Türkiye doğu ve güney sınırından gelenler için bir açık hava cezaevi. Savaştan canını zor kurtaranlar, eğer en ufak bir imkana sahipseler, ikinci ve yeni ölüm biçimlerini göze alıp Yunanistan sınırlarına kendini canhıraş şekilde atmayı göze alıyor. Türkiye batı ve kuzey sınırından gelenler içinse bir açık hava müzesi. Bir diğer ifadeyle Türkiye, Batılı göz için antik dönem kalıntılarının, Doğu Roma mirasının ve dahasının sudan ucuz, döke saça sergilendiği ve görülebildiği topraklar hükmünde. Türkiye için bu tablo, muasır medeniyetlere ittibâ etme hevesinin hasadı. Türkiye’yi açık hava cezaevi ve açık hava müzesi olarak görmeme imkanına sahip olanlar da birer “iç düşman” olmadan var olma imkanına sahip değiller. Bu, sırât-ı müstakim üzre olmayı mesele edinenlerin bugünkü trajedisidir.
140
“Elimden başkası gelmiyor” düşüncesi, bir imha kuvveti. İnsanın kendinden yonttuğu ve kendine karşı konuşlandırdığı.
141
Karakoç’un Hatıralar’ında İstanbul’un nüfusunun nasıl bir iş taksimi içerisinde olduğuna ilişkin dikkate değer değerlendirmeler var. Bir yerde diyor ki “Adalar’da olsun, Boğaziçi’nde olsun, Kadıköy’de olsun, gayrimüslimler saltanat ve debdebe içinde yaşıyorlardı.” … “Dükkanlar, konaklar, köşkler genellikle gayrimüslimlerindi. Zengin Türk, istisna teşkil ediyordu. Ticaret ve sanayi, gayrimüslimlerin elindeydi. Hizmetleri yapanlarsa Türklerdi. Genellikle Karadeniz’den gelen ve mevsimlik çalışıp gidenler, doğudan gelenler, hamallık, arabacılık, kahvecilik gibi küçük işleri görüyorlardı.”[1] Karakoç ilerleyen sayfalarda ise 6-7 Eylül olaylarında dükkanları zarar gören gayrimüslimlerin mallarının devlet tarafından tazmin edildiğini, bu süreçte o günkü görevi gereği zararların tesbiti işinde çalıştığından söz ediyor ve şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bana da mobilyacı bir Rum’un incelemesi düşmüştü. Bildirimindeki fiatları kontrol etmek için imalathane ve ticarethanelerini dolaşıp bilgi toplamıştım. Bu vesileyle öğrenmiştim ki, mobilyaları yapan işçi ve ustalar, Türk, imalathane sahibi ise hep Rum’du.” … “O mağazaların sahipleri de genellikle yahudi idi. Rumlardan da mağazaları olanlar vardı.”[2]
Karakoç’un değerlendirmeleri ışığında vaktiyle Vehbi Koç’un söylediklerini de hatırlamakta yarar var:
Türkler askere giderler, hocalık yaparlar, bakkallık yaparlar, bekçilik yaparlar, arabacılık yaparlar. Türklerin vazifesi buydu. Öbürleri de askerlik yapmazlardı. Onlar bedel veririlerdi askere gitmezlerdi. Türkler giderdi askere ölmeye, hasta olmaya. Onlar muazzam para kazanırlardı Ankara’da, Katolikler, Ermeniler, Museviler, büyük para kazanırlardı. Ve en güzel yerlerde yaşarlardı. Biz de onlara hayran hayran bakardık. İhracatla onlar meşgul olurlardı. Elbise işleriyle, mensucat işleriyle onlar meşgul olurlardı. Yani aklınıza ne gelirse, hepsi onların elindeydi, Musevilerin, Rumların, Emenilerin, Katoliklerin. Öyle bir imreniyordum ki “Allah’ım bana da bunlardan birisini ver” deyip çalışmaya karar verdim. Onları gördükçe ben boyuna sinirlenirdim ben de bunlar gibi olacağım derdim. Ve ondan sonra okumamaya karar verdim.
2024’te durumun çok da farklı olduğu söylenemez. Belki bir tek farktan söz edilebilir, “hizmetçi Türk”ün dikkati gayrimüslimlerden alınmış ve Araplara yönlendirilmiş durumda. Bu kayışın milliyetçi-mukadesatçı bir atmosfer içerisinde gerçekleşiyor olması durumu daha ilginç hale getiriyor. Eş zamanlı olarak milletçiliğin seküler formlarının ziyadeleştirildiği, dindarlığın da çeşitli mutabakat formları içerisinde kime ne yarar sağladığını bugün tam olarak bilmenin mümkün olmadığı ve fakat Müslümanların kesin olarak aleyhine işleyen millî söylemler içerisinde iğdiş edildiği görülüyor. Farklı illerde farklı zamanlarda Arapların evlerinin, dükkanlarının talan edildiğini görüyoruz. Bunu, sistematik bir 6-7 Eylül aklının devreye sokulması olarak değerlendiriyorum. Bu gelişmeler evvela Türk’ün ve Türkiye’nin aleyhinedir. Mezkûr gelişmeler, ne acı ki İslam ile rabıtası koparılmış Türk’ün Türkiye’deki iktidarsızlığını perdelemekten ve bu perdelemenin faillerini görünmez kılmaktan öte bir iradeyi yansıtamıyor.
142
Bir deli vaktiyle “İsrail Türkiye’de İsrail’de olduğundan daha güçlüdür” demişti. Akıllıların tespitleri, Türkiye’nin mevcudunu anlamak için daha elverişli görünmüyor.
143
Ha Netenyahu ha Abbas.
144
Mecliste konuşma yapmak üzere Türkiye’ye davet edilmesinin konuşulduğu bir dönemde Heniyye’nin şehit edilmesi ve akabinde Abbas’ın Meclis kürsüsüne çıkması… Bu, İsrail’in ikili ilişkileri normalleştirme metodur diyebiliriz.
145
19 Ağustos 2024’ten, yani bugünden bir haber: “İstanbul Kağıthane’de içerisinde bir iş insanı olan iki Filistinlinin olduğu otomobile bir kişi, silahlı saldırıda bulundu. Susturuculu tabancanın kullanıldığı saldırıda, Filistin uyruklu A.K. (30) hayatını kaybederken, Filistin uyruklu F.M. ve A.K’.nin koruması E.K. ise yaralandı. Şüpheli olay yerinden kaçtı.”
Balat’taki Or-ahayim Musevi Hastanesi’nin önünde bir grup doktor İsrail’in hastane ve okulları hedef alan katliamlarını protesto etmişti de yer gök inlemiş ve doktorların kanlı önlükleriyle her cumartesi yapacağı söylenen sesiz yürüyüşlerin devamı getirilememişti. (Çeçen liderlerin İstanbul’da bir bir vurulduğu zamanları da ister istemez hatırladım.)
CocaCola’nın boykota karşılık “Senin emeğinle Türkiye’de üretildi” temalı reklamlara başvurması gibi, Balat Or-Ahayim Musevi Hastanesi de hastanelerinin 2. Abdülhamid’in fermanıyla kurulduğunu ve İsrail’le bir bağının olmadığını vurgulayan açıklamalar yaparak protestolara tepki göstermişti.
Sorunumuz biraz da bu: İsrail Türkiye’ye sınırı olmayan bir dış tehdit değil.
İsrail, kendisini bir ihtiyaç olarak teklif ediyor. 7 Ekim 2023’ten sonra İstanbul sokaklarını karaveba gibi saran ve kendisinden kaçılamayacak bir teklif.
Tekrar ifade etmek gerekirse, bu teklif, harici bir sorunu ifade etmiyor. Söz konusu teklif, muhtevası ve araçlarıyla Türkiye’ye içkin ve içeriden yapılan bir teklif.
[1] Sezai Karakoç, Hatıralar, Cilt 2, (İstanbul: Diriliş Yayınları, 2022), s. 15.
[2] Hatıralar, Cilt 2, s. 40-41.
Önceki bölümü okumak için tıklayın.