146
Karakoç anlatıyor:
1950’ye kadar, geçmişle ilgimizi koparmak için bilerek, devlet eliyle, ülkenin her tarafında türbeler, mezarlıklar tahrip edilmiş, eski kitaplar, nice paha biçilmez elyazması kitaplar, cahil yöneticilerin marifetiyle yakılmıştır. Hatta anlatıldığına göre, ayetler yazılı kitabeler, mezar taşı kitabeleri dahi lağım kanallarında kullanılmıştır.
1950’den sonra da bilinçsiz bir tahrip, şehirlerimizin tüm tarihi varlığını yok etmeğe yönelmiştir. Binlerce yıl önceki eski medeniyetlerin kalıntılarını yer üstüne çıkarıp onlara hayatiyet kazandırırken, yerin üstündeki kendi medeniyetimizin, Selçuk ve Osmanlı medeniyetlerinin eserlerini yok ettik ve ediyoruz. Arsa kazanmak ya da taşından yararlanmak için, İstanbul’da da gözümüzün önünde nice mezarlıklar yok edildi. Nice binalar yıkıldı.
Bunu ben İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda Edirnekapı’dan Ya Vedud Camii’ne doğru inerken yolun Kariye tarafına bakan duvarlarında fark etmiştim. Daha doğrusu Ahmed Sadreddin fark ettirmişti. Bir Ayrılık ve Bir Yoksulluk romanlarının yazarı, benim İstanbul’daki ilk zamanlarımın mihmandarı, Karac’oğlan Üçlemesi’nin henüz yazmadığı Bir Ölüm’ünü gösterircesine “Bak” demişti, “mezar taşları.” Baktım, mezar taşları parçalanarak duvarlara meze yapılmıştı. Bir milletin istinat duvarı olması gereken taşlar, İstanbul’un bitmeyen imarının ve insanların bitmeyen bir iştihasının harç malzemesi olmuştu ve öylece duruyordu.
147
Abdurrahman Şerefbey Caddesi’nden Otakçılar’a çıkarken de derdim ki “ne büyük hürmet, refüjde kalan mezarlara dokunulmamış.” İki tarafından yol geçen mezar taşları… Sonra anladım ki büsbütün mezarlık olan bölgedeki imar tasarrufları mezarlıkları belirli bölgelere sıkıştırmış. Arada da numunelik bazı mezar taşları ortalık yerde bırakılmış. Bir ihmalin ibretlik bakiyesi olarak unutulmuş demeli belki de. Bir sonraki kuşağın layıkıyla ihyası için onları da yıkmalı.
148
Tüm enkazın altından yine de konuşur Eyüpsultan’ın ölüleri. Baba Haydar bir taraftan Ebu’d Derda diğer taraftan. Nice isimsizin fısıltıları söyleşir durur. Nice makama isim verip şehre ruh üfleyenler kendi başlarına sokaklarında dolaşırlar. Hâlâ.
149
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 18 Kasım 2016’da da Özbekistan ziyareti kapsamında İmam Maturidi ve İmam Buhari’nin türbesini ziyaret etmiş, Hakan Fidan ve Hulusi Akar ile birlikte Tillâ-Kârî Medresesi’nin önünde fotoğraf çektirmişti. Söz konusu fotoğraf 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, Orgeneral Akar ve MİT Müsteşarı Fidan’ın ilk kez birlikte aynı fotoğrafta yer alması bakımından da önem arz ediyordu.

14 Şubat 2024’te ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, Mısır’ın başkenti Kahire’deki resmi temaslarının ardından İmam Şafi’nin türbesini ziyaret etmişti.

Bu iki fotoğrafı bana hatırlatan 25 Ağustos 2024 Pazar günü Ahlat’ta çektirilen fotoğraf oldu. Malazgirt Zaferi’nin 953. yıl dönümü etkinlikleri için gittiği Ahlat’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’a MHP lideri Bahçeli, BBP lideri Destici ve HÜDA PAR lideri Yapıcıoğlu, Cumhurbaşkanlığı Kabinesi üyeleri, Hava Kuvvetleri Komutanı Kadıoğlu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Tatlıoğlu da eşlik etmiş.

Bugünden bakıldığında, ilk fotoğraf, İslam’ın Türkiye’nin kültürel dayanaklardan biri olarak, üretilen yerli ve millî siyaset konseptinde içeriksizleştirildiği bir sürecin kırılma noktası olan bir dönemi, bu anlamıyla Türk-İslam’ının bir niyet beyanını ifade ediyor. Bu ifade pek tabii muayyen bir yoruma, Cumhuriyet’in resmî tarih tezleriyle çelişmekten mümkün mertebe kaçınan bir yoruma dayanıyor. İkinci fotoğraf ise muhtemel bir geçişe işaret ediyordu. İmam Şafi ziyareti, yeni bir “çözüm süreci” tezlerinin AK Parti başta olmak üzere, çözüm siyasetinin tarafı olması beklenen tüm çevrelerin ortak ve yoğun açıklamalarının sürdüğü bir döneme denk gelmişti.
Ahlat’ta verilen fotoğrafa gelince… Bir tür “son okuma” dikkati içeriyor. İlk fotoğraftaki Türk-İslam’ını ve mütebessim aktörlerini belli açılardan tashih belli açılardan tahkim eden bir fotoğraf. Ahlat karesi, Bir millî din aktörü olarak Cumhuriyet müfredatının ürettiği, araçsallaştırdığı ve ihtiyacına göre düzenli olarak tahrif ettiği İmam Maturidi’yi dahi yerlilik ve millilik sınırlarının dışına iten bir tashih içeriyor. İslam’ın ancak ve ancak resmî tarih tezlerine hizmet ettiği sürece tahammül edilebilir ve su ve sabunla münasebet içermeyen bir kültürel dayanak olabileceği noktasında ise açık bir tahkimat söz konusu. Ahval ve şerait gereğince, istenmese de gönül indirilmese de her bakımdan bir “yeniden tesis” çabasına işaret eden ikinci fotoğraf da benzer bir tashih ve tahkimin konusu. Bir farktan söz edilebilir: Üçüncü fotoğrafta açığa çıkan eksen için İmam Şafi ancak ve ancak güvenlikçi politikalara muhatap kılınabilir. İlk fotoğrafın ana aksını İmam Maturidi ve İmam Buhari’nin, ikinci fotoğrafınkini ise İmam Şafi’nin oluşturma ihtimali yerli ve milli siyaset konseptinin kaldırabileceği bir durum arz etmiyor.
Şu kadarını söylemeli: Anadolu’yu ‘öz yurdumuz’ kılan irade, Anadolu sınırlarına içkin millî, kültürel, antropolojik değerlerden ibaret bir cendere içerisine hapsedilebilir bir irade değil. Bu yöndeki çabalar, tekrar etmek gerekirse, zannedildiğinin aksine, evvela Türk’ün ve Türkiye’nin aleyhinedir.
150
Vaktiyle İsmet Özel “millî hedef”lerin Müslümanları neden uzaklaştıracağı ve nereye yakınlaştıracağını Üç Mesele’de ele almıştı. Özel, millî hedefleri olan kimseler için İslamiyet’in “vazgeçilmez bir dinamik” olarak anlaşılabileceğini, oysa bunun İslam’a tarih ve zaman içinde bir yer yakıştırmak hevesinin ve İslam’ı bir araç durumuna getirmenin ürünü olduğunu dile getiriyordu. Oysa İslam bir kavmin kültürel varlığının mütemmim cüzü olarak anlaşılamaz.[1] Öyleyse olması gereken nedir? “Milli kültür”ün İslam’ın egemenliği ile birlikte yerini Kur’an ve Sünnet’in ilkelerine bırakması ve o toplumda yetkenin (otoritenin) alacağı biçimi dinin tayin etmesidir.[2] Özel daha açık haliyle şunu dile getirir: “Türkiye’nin veya herhangi bir halkı Müslüman ülkenin kalkınma kaygularını yani sırf o topluma has ‘milli’ hedefleri İslami hedeflerle özdeş kılmak, büyük bir yanlışlığı peşinen başlatmak demektir.”[3]
Düşünün ki 70’lerde bu tespitleri yapan Özel dahi geldiği nokta itibariyle daha çok kendisinin ne söylediğini anlamaktan yoksun milliyetçi okurlara hitap ediyor. Daha doğru bir ifadeyle, Özel’in dile getirdiği Türk’ün, Atsız veya Asya’nın ağzından çıkan Türk’ten hiçbir farkı yokmuşçasına dinleyenler kendisine müşteri olmakta önceliği kimselere bırakmıyor. Çünkü Özel, her ne kadar Türklüğün İslam ile ola rabıtasına, rabıta eksik bir ifade, özdeşliğine vurgu yapıyor olsa da, onun Türklük okuması, bugünün Türkiye’sinde hükmünü icra eden ve belirli mahfillere hizmet eden “Türklük Sözleşmesi”ni, alternatif bir yoruma sahip de olsa teyit eden bir konumda kalmaya mahkum. Tam da İslam’ı olsa olsa bir kavmin kültürel varlığının mütemmim cüzü olarak anlayanların veya hesaba katanların tesis ettiği ve toplumu geniş bir mutabakat ile sürece dahil ettiği atmosfer sebebiyle. Ali Koç’un Türk milliyetçisi olduğunun kabul ve takdir gördüğü bir atmosferden söz ediyoruz. İslam ile özdeş bir Türklüğü müdafaa ederken Kenan Evren Anayasası’ndaki Türklüğü savunmak anlamına gelecek bir noktada mevzilenmek de ancak böyle bir atmosferde mümkün olabilirdi.
[1] İsmet Özel, Üç Mesele, (İstanbul: TİYO Kitap, 2013), s. 21.
[2] Özel, Üç Mesele, s. 103.
[3] İsmet Özel, Üç Mesele, s. 167.
Önceki bölümü okumak için tıklayın.
1 Yorum
Pingback: Not Defteri [159]