“Bir Düşüşün Anatomisi” bir hususu düşündürüyor, insanın kayıplarını nasıl gerekçelendirdiğini. Kayıptan kastım, esasta bizi motive eden, içten içe belirleyen ve olmasını derinden arzu ettiğimiz şeylerden vazgeçmenin ortaya çıkardığı kayıplar. Birçoğumuz bu kayıplarla yüzleşmemek için yaşarız. Ya da kaçarız demeliyim. Yoğun çalışmaların, koşuşturmaların ya da “hiç umrumda bile değil” havalarıyla yapmakta olduğu şeyi yapmaya kendini ikna etmenin kayıpları perdeleme işlevi gördüğü hayat sayısı hiç de az olmasa gerek. Bunca mutsuzluğun, bunca yara berenin ve bunca yaralama ve küçük düşürme hırsının anatomisi her insan özelinde bir düşüşü ve kaybı konuşmayı gerektirir.

Hayatını boşa çıkaracak sahih bir düşünce anına yakalanmamak için hemen her şeyi bir sebep olarak görecek kadar keskinleşir insanın gözleri; her şeyi görür de değil kaybını ve kendisini, kayıptaki hissesini dahi göremez.
Sandra, Samuel hakkında bir yerde şunları söylüyor: “Daniel’in kazasından önce ve sonrasında yıllardır bir roman üzerinde çalışıyordu. Yazdığı her şeyi okudum. Gerçekten iyi olduğunu düşündüm ve ben de ona bunu söyledim. Ama bir günden sonra, o sadece… artık yapamadı, öylece durdu. Bu onu bir korkak gibi hissetmesine sebep oldu. Kendini küçük düşürecekti. Sonunda kendini yazamayacağına ikna etti.”
İnsanın bir şeyi yapamayacağına kendini ikna ederken sınırlarını, bir şeyi yapabileceğini düşündüğü vakitlere nazaran çok daha kuvvetle zorlaması fakat bunu olağanüstü bir yalınlık içerisinde, alabildiğine rahat bir surette gerçekleştirmesi ne ilginç şeydir. “Kendini küçük düşürecekti. Sonunda kendini yazamayacağına ikna etti.” Esaslı bir kavrayış içerdiğini düşündüğüm tespit tam da bu. Kaybın telafisidir bu, evvela sesini kendimizin bile duyamayacağı seviyede kendini o şeyi yapamayacağına ikna etme, sonra da yapmanın zaten gerekli de olmadığı bir ilkgençlik hevesi olarak, niyetlenen her neyse onu, onları ıskartaya çıkarmak ve sonra da bu ıskartaya çıkarma sürecinin gerekçelerine sıkı sıkıya tutunmak. İnsan çoğu durumda, çaresizliğini seven bir canlıya dönüşüyor. Bir şeyi gerçekleştirecek iradeyi gösterememenin kaybını, bu kaybın faturasını çaresiz kalma düşüncesine tevdi etme biçiminde bu sevgi açığa çıkarıyor. Samuel ve Sandra’nın tartışması ve argümanları bu hususta aydınlatıcı unsurlar taşıyor:
Samuel: Yıllardır senin söylediklerini dinliyorum! Ben hiçbir şey yapamıyorum. Anlıyor musun? Bu benim zamanım değil, senin zamanın!
Sandra: Seni öğretmen için zorluyor muyum? Seni Daniel’a evde eğitim vermen için zorladım mı? Kimse seni zorlamıyor. Daha fazla zaman istiyorsan, sana hiçbir zaman mani olmadım.
Samuel: Sen ciddi misin? Daha fazla zaman kazanmak için ders yükümü yarıya indirdim ve hala yeterli değil. Tadilatı bitirmem gerekiyor ve geri kalan her şeyle ben ilgileniyorum! Neden bunlar hakkında konuşmuyorsun? Neden aramızdaki işleri bölüştüğümüzü neden… yapmak zorunda olduğunu kabul etmiyorsun?
Sandra: Çünkü yanılıyorsun. Sana hiçbir zaman borçlu değilim. Ben üzerime düşeni yapıyorum.
Bu diyalogda da Samuel’in anlayış talep eden sesini işitiyoruz, bir iç ses gibi; kaybının gerekçesini muhatabında, işinde, çevresinde ama bir şekilde hep dışarıda arayan insanın iç sesini işitiyorum. “Hiçbir şey yapamıyorum” öyleyse “yapmalıyım” demeyen, “senin zamanın”dı artık zamanımı “kendime de ayırmalıyım” demeyen, “her şeyle ben ilgileniyorum” artık “sen de ilgilenmelisin” demeyen kaybın dilini işitiyorum. Bunları söylemek evvela bir yüzleşmeyi, bir kaybın anatomisini yapmayı gerektirecek sancılı bir süreç. Hayatını boşa çıkaracak sahih bir düşünce anına yakalanmamak için hemen her şeyi bir sebep olarak görecek kadar keskinleşir insanın gözleri; her şeyi görür de değil kaybını ve kendisini, kayıptaki hissesini dahi göremez.
Önceki bölümü okumak için tıklayın.
1 Yorum
Pingback: Not Defteri [80-81]