Gül gelmiş gül gelmiş
Şam’dan bir bulut inmiş
Bağdat’tan bir rüzgar esmiş
Sabah rüzgarları esmiş

Sezai Karakoç

21. yüzyılda Müslüman olarak yaşamak, hiçbir sevincin hakkını verememekle eş değer bir anlam taşıyor. Bir sevinci başından sonuna, önünden arkasına, içinden dışına ve dışından içine idrak ve eda edemiyoruz. Bir hadisenin başına sevinirken devamındaki acıyı, sonuna sevinirken öncesindeki yarayı, önüne sevinirken arkasındaki karanlığı, arkasına sevinirken önündeki kan ağlatan manzarayı, içine sevinirken dışındaki soğuğu, dışına sevinirken içindeki muhtemel kötü senaryoları görüyor ve yutkunuyoruz. Buna şimdilik yutkunma yazgısı diyebiliriz. Yutkunacağız. Sevinirken de üzülürken de yutkunacağız. Ama bu yutkunma, bir art niyet taşımakla ilişkilendirilmemeli. Çünkü İslam’ın insanlarının başına çorap ören gelişmelerin hevesli ağırlayıcılarının yanında değil biz bize ve kendi safımızda yutkunacağız. Sevinirken de ağlarken de.

Bu satırları Suriye’de sevinç çığlıklarının kulağıma iliştiği şu günlerde yazmak da içimi acıtıyor. Çünkü insanların kendi coğrafyalarının taştan adamlarını devirirken yaşadıkları sahici sevinç eşlik edilmeyecek gibi değil. Bir film şeridi gibi yaşananlar gözümün önünden geçiyor. Ne çok şey umuldu ne çok şeye bel bağlandı şu geçen on beş yılda. “Arap Baharı” İslam’ın toprak bakiyesi üzerine ansızın dökülüveren bir dolu gibi bastırdı. Tüm kurgu ve senaryo tartışmaları arasında on yıllara sârî zulümlerin bânîleri birer birer devriliverince sevinç gözyaşları ve akan kanlar birbirine karıştı. Muhammed Buazizi’nin adı bir kırılma noktası gibi zihinlerimizde belirginleşti ve tüm nakîsalarına rağmen bir umudu büyüttü, büyüttü. 79 İran’ının körüklediği netameli duygulara yabancı olan bizim kuşak, yani 90’larda doğanlar için yutkuna yutkuna sevinmenin ne olduğunu terennüm ettiren gelişmelerdi bunlar.

Kendi adıma, yaşananlar sebebiyle ne büyük umutlar taşıdım ne de mü’minlerin yaşadığı en ufak sevinç kırıntısına bin haset düşüren yurdumun “vatansever ve aydınlık” güruhuyla aynı yerde mayalanan duygu ve düşüncelere paçamı kaptırdım. Çünkü bugün bildiğim gibi o gün de biliyordum ki, Tahrir meydanında ölümü göze alarak yürüyen Araplarla olan ortak paydam, aynı coğrafyada, aynı topraklarda, aynı ülkede doğup büyüdüğüm ve hala yaşadığım soydaşlarımın bir kısmıyla paylaştığımdan çok daha fazla idi. Bugünün Türkiye’si bu “ortak payda”yı imha eden bir vasat ve atmosferin hastalıklarıyla malul olduğu için, bunu özellikle söylüyorum. Kelimeleri kanırta kanırta söylüyorum. Çünkü henüz ilkokul sıralarında fark ettiğim bir arka planı var bu “ortak payda”nın: Türkiye’de İslam düşmanlığı Arap düşmanlığının arkasına sığınarak yapılıyor. Bu, bugün de böyle. Özellikle son sekiz yılda Türkiye “Filistinli demek toprağını satan adam demektir” cümlesini hasıl edecek kadar haysiyetsizleşen bir düşünce egzersizinin çalışkan öğrencisi kılındı. Bu vasat, en fazla Türklüğü İslam’a özdeş kılan yorumlara bir radikallik imkânı tanıdı. Değil mi ki bu yorumlar Romalıların, Fatih’i ve imparatorluğunu kendi tarlasına doğru sürmesi gibi “Arapların kokuşmuş dini”ni muhtevası ne kadar farklı olursa olsun Türklükle aşılıyor, uygundur. Değil mi ki bu yorum ve “Anayasa’dan Türklük çıkarılmak isteniyor” naraları eşliğinde Evren zihniyetinin ilk dört maddesinin bir tür bekçiliği de ifa ediliyor, sorun yok. Biz “gül ağacından tabut yapıp içine giren ülke”nin çocuklarıyız. Dolayısıyla sorun, bir Müslümanın kalbinin şerhsiz, amasız ve fakatsız Müslümanlarla birlikte attığı yerde başlıyor.

O yer şu anda Şam’da. Dolayısıyla o yer “Beşar Esed yok halkını öldürüyormuş da falan filan gibi manyakça ifadeleri ciddi ifadeler kabul ediyorlar” diyenlerin yanında yöresinde değil. O yer Türkiye’yi vatan kılan şehitlerin kıblegâhıyla sorunu olanların yanı zaten hiç değil. O yer, tüm yükünü bir pikaba yükleyip sevinç göz yaşları içerisinde evine dönenlerin yanında. O yer, bu yaşananlara kan revan içinde ve paramparça sevinen Filistinlilerin yanında. O yer aynı zamanda ve tabiki burada, Türkiye’yi bu bilinç ve imanla vatan kılanların emanetini taşıyanların omuzunda. O omuzlar, bugünlerde yaşanan sevincin aldığı hal gösteriyor ki, hiçbir suni geminin, hiçbir maket ittifakın, hiçbir ırkçı sözleşmenin yükünü taşımaya da niyetli değil. Varlığını yer altı kaynakları gibi içli içli sürdürüyor ve sürdürmeye devam edecek.

Sevincimi ve üzüntümü ayrıştırmayı seviyorum. Sevincimizi ve üzüntümüzü ayrıştırmamız gerektiğini düşünüyorum. Esed’in düşüşüne, Suriye’nin taşlarını diken ellerini kurutan güneşin sıcağına seviniyorum. Yine de Esed’in düşüşünün Amerika ve İsrail’in bölgemizdeki hedeflerine hizmet eden taraflarına üzülüyorum. Yani onlar ve onların aramızdaki, saflarımızdaki ve hatta yanı başımızdaki muvazzaf “Türkiye müdâfileri” gibi sevinmiyorum. Ama İran’a ve Rusya’ya vekaleten düşünen ve yaşayanlar gibi de üzülmüyorum. Bu düşüşe, bu düşüşün ima ettiklerine Hüseyin adının sınırlarına riayet ederek sevinmeye ve üzülmeye çalışıyorum, bu görünürdeki ikinci baharın da Müslümanların geleceğine koyulmak istenen ipoteğin vadesini uzatmaya yönelik bir gelişme olduğunu içten içe ve iliklerime kadar hissediyor olsam da. Yutkunarak seviniyorum. İman evvela böyle zamanlar içinde imkandır.

Yazar Hakkında

27 Aralık 1992’de İzmir’de doğdu. Lise eğitimini (Konya) Özel İsmail Kaya Lisesi’nde, üniversite eğitimini Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. 2014’te Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini İbn Haldun Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Heidegger’de varlık, hakikat ve sanat ilişkisi üzerine yazdığı tezle tamamladı. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Tarihi ve Sistematik Felsefe doktora programında eğitimine devam ediyor. İlk şiir kitabı Kanımız Yerde Kaldı (Ebabil Yayınları) 2018’de, Ölüm Alışkanlığı (Ketebe Yayınları) ise Mart 2022’de yayımlandı.

Yorum yaz